Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Amerika Birleşik Devletleri Edebiyat

  • Okunma : 1638

Amerika Birleşik Devletleri EdebiyatSömürge dönemi Amerika'sındaki kökenlerinden bugünkü uluslarası konumuna kadar Amerikan edebiyatı, Amerikan karakteri ve deneyiminin çeşitliliğini ve benzersizliğini vurgulamıştır. Püritenler Tanrı'nın onların göçlerini mukadder kıldığını ve cemaatelerinin dünyanın geri kalanı için bir kutsallık ve doğruluk örneği oluşturmasını amaçladığını göstermeye çalışmışlardı. Devrim döneminde bu özellik fikrine, Yankee gibi kendine özgü Amerikalı tipleri ve yeni bir edebiyat üretmenin de ülkenin kaderinde olduğu inancını içermeye başladı. Amerikan edebiyatı olgunlaştıkça, Batı edebiyatının XIX. yy'daki başlıca akımlarını izledi: romantizm, gerçekçilik, natüralizm. Ancak Amerikalı yazarlar, Amerikan hayatı üzerinde yoğunlaştılar ve belirgin bir ulusal kimliği doğrulamaya çalıştılar.

SÖMÜRGE EDEBİYATI

Sömürge dönemi, XVII. yy'da Virginia ve Massachusetts'teki yerleşimlerle başlar., 1740'lı yıllarda, dinsel bir canlandırmacılık olan « büyük uyanış »a ve bundan sonraki döneme kadar uzanır. İlk Amerikan edebiyatı, Püriten-kalvenci öğretinin egemenliği altında olmasına rağmen, dini konularla sınırlı değildi. Dinsel yazılarla daha dünyevi olan vakayinameler, Yeni Dünya'nın fiziksel ve ruhsal güç gerektiren çevresini aşan olağanüstü bireylerin tarihidir. Bu ilk yazarlar, tarzı ve belagati saptadılar ve daha sonraki Amerikan edebiyatının başlıca ilgi noktalarına önceden ışık tuttular.

Amerika'ya yerleşen ilk kuşak valizler, dinsel risalelerin, güncelerin yanı sıra kendi yükümlülüklerinin tarihini yazdılar. Önde gelen dinsel tartışmacılar John Cotton, Anne Hutchinson, Roger Williams ve John Winthrop'tur. Winthrop'un önce History of New England from 1630to 1649( 1630'dan 1649'a Yeni Ingiltere Tarihi) adıyla yayınlanan Journal'ı (Günce), bugün bile bellibaşlı tarihsel kaynaklardan biridir. Bunu, William Bradford'un History of Plimouth Plantation (Plimouth Tarım İşletmesinin Tarihi, 1856'da basıldı), Edward Johnson'ın History of New England (Yeni İngiltere Tarihi, 1654) ve Thomas Morton'ın saygısızlık ve müstehcenlik imalarıyla ötekilerden farklı olan New English Canaan'ı (Yeni İngiliz Vadedilmiş Ülkesi, 1637) izledi. Kalıcı edebi nitelikleri olan Güney tarihleriyse yüzbaşı John Smith'in The Generali Historie of Virginia's (Virginia'nın Genel Tarihi, 1624) ve çok daha sonra William Byrd'ün History of the Dividing Line'lydı (Sınır Çizgisinin Tarihi - 1728'den sonra oluşturuldu ve yeniden üzerinde çalışıldı ama ancak 1841'de basıldı).

Püriten yazarlar dinsel ve öğretici temalara yöneldiler. Amerika'da basılmış ilk kitap Bay Psalm Book: The Whole Book of Psalmes Faithfully Translated in to English Metre'd\r (Köy İlahi Kitabı: İngiliz Veznine Sadıka Kalınarak Çevrilmiş Eksiksiz İlahi Kitabı, 1640), Püriten yaklaşımı sürdürdü. Bu arada, gerçekten başarılı ve biraz da az katı, daha az Püriten bir vurguyla yazılmış şiirler, The Tenth Muse Lately Sprung Up in America'yı (Amerika'da Bu Yakınlarda Ortaya Çıkan Onuncu Müz, 1650) yazan anne Bradstreet'ten ve şiirleri 1939'a kadar keşfedilmeyen Edward Taylor'dan geldi. Püriten dini inancına geçiş deneyimini tanımlayan ruhani otobiyografiler, püriten mizacına daha uygundur: Thomas Shepard'ın The Sincere Convert'ü (Gönülden Din Değiştiren, 1640) bunların ilklerindendir. Jonathan Edwards'in ilk kez 1765'te, ilahiyatçı Samuel Hopkins'in 8Life of the Rev. J. Edwards'inda (Peder J. Edwards'in Hayatı) yayınlanan Personal Narrative'iyse (Kişisel Öykü), sonunculardandır.

Sömürge döneminin hatırlanmaya değer yapıtları, Yeni Dünya'daki hayat koşullarını tasvirediyordu. Kızılderililer eline esir düşenlere ilişkin öykülerin ilki ve en iyi bilineni, Mary Dowlandson'un Captivity and Restauration' udur (Esaret ve Kurtuluş, 1862). Günceler arasında, Sarah Kemble Knight'ın at sırtında Boston'dan New York'a yaptığı seyahatin öyküsü ve Samuel Sewall'in günceleri (1673 ile 1729 arasını kapsarlar), sömürgelerdeki hayatı betimler.

Püriten edebiyat idealiyse en iyi biçimde Cotton Mather'in devasa kilise tarihi olan Magnalia Christi Americana, or the Eccslesiastical History of New England from its first Planting in the New Year 1620, :into the Year of our Lord 1698''iyle (Magnalia Christi Americana, ya da 1620 Yeni Yılındaki ilk Ekimden Efendimizin Yılı 1698'e kadar Yeni İngiltere'nin Kilise Tarihi,

1702) özetlenir. Bu özet, çok aşırı bir belagatle Amerika'yı ve onun dindar Püriten önderlerini yüceltir. Aynı biçimde yoğun bir dindarlık, Jonathan Edwards'in XVIII. yy. başlarındaki yazılarına da egemendir. Edwards, ruhani otobiyografisinin yanı sıra, her ikisi de John Locke'un felsefesini içine almaya çalışan Treatise Concerning Religious Affections (Dini Sevgi Üzerine İnceleme, 1746) ve Freedom of the Will (İrade Özgürlüğü, 1754) ile ve şimdiye kadar verilmiş en ünlü cehennem ateşi vaazı olan Sinners in the Hands of an Angry God (Gazaba Gelmiş bir Tanrının Elinde Günahkarlar, 1714) ile de tanınır. Genç Benjamin Franklin de Edwards ile aynı dönemde yazdı. Bonifacius, or Essays To Do Good'u (Bonifacius, ya da iyilik Yapmak Üzerine Denemeler, 1710) gibi yapıtlardan edindiği özdeyiş niteliğindeki bilgeliği de büyük ölçüde içeriyordu. Aynı biçimde Franklin, Autobiography'sinde (Otobiyografi) de, Püriten ruhani otobiyografi yazarlarına özgü biçimde, insanın eylemleri konusunda duyduğu kaygıyı yansıtıyordu.

DEVRİM EDEBİYATI

Amerikan Devrim dönemi 1760'ların başında yurtseverler arasındaki ilk çalkanışlardan, Anayasa'nın kabul edildiği 1787'ye kadar uzanır. Püritenlerin karakteristik bir özelliği olan şevk ve tartışmacılık bu dönemin başlarında Jonathan Mayhew'un vaazlarıyla, yurtseverlerin siyasali risalelerinde hissediliyordu. Risaleci adı verilenler içinde en önemlileri, tartışmaya açık ve genellikle taşkın beş risale yazan James Otisi, 1767 ve 1768'de gazetelerde yaygın biçimde yayınlanmış ve "Pennsylvanialı Bir Çiftçi" imzalı bir mektup dizisi yazan John Dickinson; ve siyasi risaleler değil de felsefi edebiyat olarak kabul edilmesi daha uygun uzun bir yapıt dizisinin ilki olan A Dissertation on Canon and Feudal Law'un (Kilise Yasası ve Feodal Yasa Üzerine Bir Tez, 1765) yazarı John Adams'dır. Ancak sömürgelerde en büyük devrimci etkiyi sağlayan ve ülke dışında da en fazla ilgi toplayan, Thomas Paine'in Amerikan bağımsızlığını savunan Common Sense(Aklı Selim) adlı risalesi oldu.

Devrimin kendisi, çoğu kral taraftarlarına karşı hiciv niteliğinde saldırılardan oluşan bir yurtsever nazım dalgasını teşvik etti. Hicivleri en popüler olan John Trumbull'un 1775'te yazıp 1782'de genişlettiği Tory politikasının gülünç bir hicvi olan M'Fingal'dır. Devrim döneminin ortak şiir konularından biri olan, Amerika'nın yakın gelecekteki büyüklüğü, Philip Freneaunun Hugh Henry Brackenridge ile birlikte yazdığı, Princeton Koleji 1771 diploma töreni şiirinin başlığında da ifade edilmiştir: On the Rising Glory of America (Amerika'nın Yükselen Görkemi Üzerine, 1772).

Amerikan edebiyatı bu dönemde de daha çok tarihler, muhtıralar, kişisel günceler, mektuplar ve devrim ruhu ile yazılmış siyasi yazılardan oluşuyordu. Afrikalı bir köle olan ve bugün Amerika'nın ilk önemli karaderili yazarlarından biri sayılan Phillis Wheatley'in yapıtları bunun istisnasını oluşturur. Onun özgün sayılmayacak ama iyi işlenmiş Poems on Various Subject, Religious and Moral'ı (Çeşitli Dini ve Ahlaki Konular Üzerine Şiirler) 1773'te Londra'da basıldı. Devrin çeşitlilik gösteren düzyazıları arasında bir Quaker olan John Woolman'ın Journal'ı (Günce, 1774); Fransa doğumlu Jean de Crevecoeur'ün Letters of an American Farmer'ı (Amerikalı Bir Çiftçiden Mektuplar, 1782), William Bartram'ın Florida'lar, Georgia ve Carolina'lardaki gezilerini anlattığı Travels'ı (Seyahatler, 1791) ve John Adams'ın karısı Abigail Adams'ın Devrim dönemi mektupları vardır. Ama belki de bu dönemin en iyi hatırlanan yapıtları, Thomas Jefferson'ın Declaration of Independence'ı (Bağımsızlık Beyannamesi) ile başlayan devlet evraklarıdır. 1787ve 1788'deAlexander Hamilton, John Jay ve James Madison, yeni anayasayı savunan ve The Federalist (Federal) adı altında toplanan 85 denemeyi ortaklaşa yazdılar.

İlk Amerikan tiyatro oyunu, William Godfrey'in The Prince of Parthia'sı (Part Prensi, 1765), sömürgelerde tiyatroya uygulanan ahlaki sansüre karşın, bu dönemde ortaya çıktı. Serbest nazımla yazılmış destansı bir trajedi olan oyun, ilk kez 1767'de sahnelendi. Bunu Royall Tyler'ın Amerika Birleşik Devletlerinde ilk sahne komedisi olan ve ilksahne Yankee'si Jonathan'ı sunan The Contrastı (Çelişki, 1787) izledi.

İLK ULUSAL EDEBİYAT

Anayasa'nın kabulünden (1787) Jackson milliyetçiliği dönemine (1828-36) kadar uzanan yıllar, bilinçli bir ulusal edebiyatın ortaya çıkışına işaret eder. John Trumbull gibi Connecticut Wits'lerden biri olan şair Joel Barlow, yeni Amerika Birleşik Devletleri'ni, daha önce yazdığı The Vision of Columbus'i (Kolomb'un Düşü, 1787) yeniden elden geçirerek epik yapıtı The Columdiad(1807) ile selamladı. Philip Freneau, yerli mekânlar ile yerli ifade biçimini kaynaştıran lirik şiirler yazdı. Diğer yazarlar bir Amerikan edebiyatı geliştirmeye çalıştılar ama, sadece Amerika'ya özgü konular üzerinde yoğunlaşmayıp, bunların yerine romans, erdem, kötülük ve baştan çıkarma gibi, İngiltere ve Kıta Avrupası'nın popüler romanlarına hakim olan evrensel temaları da ele aldılar. William Hill Brown'in, Goethe'nin Genç Werther'in Acıları'nı örnekseyen The Power of Sympathy'si (Duygudaşlığın Gücü, 1789), bazılarınca ilk Amerikan romanı olarak kabul edilir. Susanna Row-son'ın, Londra'da Charlotte: A Tale of Truth (Charlotte: Bir Hakikat Öyküsü) adıyla yayınlanan duygusal ve öğretici baştan çıkarma öyküsü son derece popülerdi. Hugh Henry Brackenridge'in büyük boyutlu pikaresk romanı Modern Chivalry (Modern Şövalyelik, 1792-1815) baskın olan duygusal romanın aksine kötü hükümet üzerine alttan alta bir hicvi içeriyordu. İlk profesyonel romancıysa, Wieland (1789) ile başlayan gotik ve felsefi romanslarıylae Edgar Allan Poe'dan önce davranan Charles Brockden Brown'di.

XIX. yy. başlarında Washington İrving, Amerika'nın ilk gerçek edebiyatçısı olarak Avrupa'da ün kazandı. A History of New York( Bir New YorkTarihi, 1809), bilgiçlik taslayan tarihçiler ve edebiyat klasikleri üzerine sıradışı bir hicivdir. En tanınmış öyküleri, Rip Van Winkle ile The Legend of Sleepy Hollow (Uykulu Çukur Efsanesi), 1819-20 arasında tefrika edildi. William Cullen Bryant uluslarası boyutta bir şair olarak 1820'li yıllarda adını duyurdu. İngiliz Graveyard Poets'in (Mezarlık Şairleri) etkisini taşıyan Thanatopsisi (Ölüme Bir Bakış, 1817), Amerikan edebiyatını henüz ortaya çıkmış İngiliz romantizmine bağlıyordu. Gene de, Avrupa etkilerine rağmen, Amerikalı yazarlar edebi milliyetçiliğin yükseldiği bir dönemde farklı bir edebiyat yaratmaya uğraştılar. Noah Webster, ülkenin kendi diline sahip olduğu konusunda ısrar ettiği An American Dictionary of the English Language (Amerikan İngilizcesi Sözlüğü, 1828) ile katkıda bulundu. Milliyetçi temalar; Ellery Channing'de, Edward Evrett'te ve içlerinde en ünlüsü, Harvard'daki phi Beta Kappa konuşması "Amerikalı Bilim Adamı" (1837) için daha sonraları Oliver Wendell'in "bizim entelektüel Bağımsızlık Beyannamemiz" diyeceği Ralph Waldo Emerson'da yankılandı.

James Fenimore Cooper, büyük ölçüde Amerika'ya has konular ve mekanlarla başarıya ulaşmış ilk önemli Amerikalı romancıydı. Cooper, bir devrim öyküsü olan ikinci romanı The Spy (Casus, 1821) ile uluslararası üne kavuştu.

Tarih ile romanı bir arada kotaran birçok romanı, ona "Amerikan (Sir Walter) Scott'u" denemesine neden oldu. Bu unvan onu dönemin en popüler ve saygın yazarlarından birinin yanına yerleştirdi. Cooper en büyük üne The Pioneers' la (Öncüler, 1823) başlayıp The Deerslayer'a (Geyik Avcısı, 1841) kadar süren beş romandan oluşan Leatherstocking Tales (Deriçorap Öyküleri) ile kavuştu. Cooper'ın mekanları Amerikalıların doğaya ilişkin düşüncelerini yakaladığı gibi, kahramanı Natty Bumppo da, Amerika'nın yalnız kendine güvenen, öncü ruhunu dile getirdi.

Cooper'ın Amerika duygusunun büyük bir kısmı, Amerikan tarihiyle merhametli bir Amerikan doğasını yücelten « Şömine Şairleri » tarafından yakalandı. Henry Wadswoth Longfellow bir öyküyü nazımla anlatma konusundaki becerisini Hiawatha (1855), The Courtship of Miles Standish (Miles Standish'in Flörtü, 1858) ve Evangeline'de (1847) ortaya koydu. Ama Longfellow ile çağdaşları en fazla, halka açık toplantılarda yüksek sesle okunmak için yazılmış şiirlerde başarılı oldular. Longfellow'un The Midnight Ride of Paul Revere' si (Paul Revere'nin Gece Yolculuğu, 1863), John Greenleaf Whitter'in Barbara Freitchie"si (1863) ve Oliver Mendell Holmes'ün Old Ironsides"ı (Yaşlı Ironsides) hâlâ etkileyiciliğini korur.

Edgar Allan Poe edebiyatta milliyetçilik akımından uzak durdu ve romantizmin daha kasvetli bir yanını temsil etti. Bir eleştirmen olarak, ikinci sınıf Amerikan edebiyatını haşin bir şekilde eleştirdiği halde, kendisi de birçok popüler sansasyonel yazılar yazmıştı. Poe, teknik yönelen genellikle karmaşık olan şiirinde, sıradan romantik temalar kullanır ama, onları felsefi ve mistik bir biçimde ele alır. Kısa öykülerinden çoğu hâlâ uluslarası üne sahiptir. Polisiye öyküyü Poe'nun icat ettiği söylenebilir. Poe, gotik korku öyküsünü The Fall of the House of Usher (Usher'ların Çöküşü) ve The Tell - Tale Heart'ta (Geveze Yürek) mükemmele ulaşmıştır.

AMERİKAN RÖNESANSI

Amerikan romantik akımı adı da verilen Amerikan rönesansı, 1830'lu ve 40'lı yıllarda Amerikan edebiyatının olgunlaşmasıyla başladı, ve 1850'li yıllarda iyice serpilip gelişmesiyle sona erdi. 1830'lu yıllarda Ralph Waldo Emerson ilk kez Nature (Doğa, 1835) adlı denemesiyle ortaya attığı « aşkıncılık »ın sözcüsü olarak öne çıktı. Concord'da (Massachusetts) onun çevresinde toplanan ve aşkıncılar olarak bilinen grupta Bronson Alcott, Margaret Fuller, Theodore Parker ve Dial dergisinin (1840-44) yayınlanması sırasında Emerson'a katılan William Ellery Channing vardı. Emerson'ın, « insanlar, din sonrası bir Tanrı eşdeğeri olan üstün ruha katılmaları sayesinde birleşir » inancını paylaşıyorlardı. Emerson'a göre her birey kendini bilme, kendine güvenme sayesinde ve doğa düşüncesiyle yükselme yolunu bulacaktı.

Henry David Tohreau, Emerson'un fikirlerini uygulamaya koymaya en çok yaklaşan kişi oldu. Concord, Massachusetts'teki Walden Gölü'nde aralıklı iki yıl geçirdikten sonra Walden or Life in the Woods'll (Walden ya da Ormanda Yaşam, 1854) yazdı. Thoreau bu kitapta doğayı natüralist bir felsefecinin bakış açısından gözleyerek, insanlığın sessiz umutsuzluğu ve doğal dünyanın üstün tesellisi üzerine düşünmüştür. Leaves of Grass (Çimen Yaprakları, 1855) adı altında yayınladığı şiirlerinin ilk baskısını ona adayan Walt Whitman da Emerson'a karşı en az bu ölçüde bir borçluluğun bilincindeydi. Whitman'in şiiri sağlam bir aşkıncı öğreti taşıyorduysa da gene onun yücelttiği doğayla engelsiz birleşme fikrinin şehvet ima eden bir yanı da olması, şok etkisi yarattı. Whitman, Emerson'un Amerikan özgünlüğüne yönelik çağrısını da ciddiye almıştı. Çağdaşlarının gözünde şiirsellikten uzak ve sarsıntılı gibi görünen gevşek, "doğal" bir şiir yazma sanatı biçim icat etmişti. İç Savaş'tan sonra Lincoln'un ölümü üzerine yazdığı ağıt When Lilacs Last in the Dooryard Bloomed (Ön Bahçede Leylaklar Son Kez Açtığında, 1865) ile daha yaygın kabul kazandı. Whitman'in düzyazıları arasında, Amerikan demokrasisiyle edebiyatının gelecekteki büyüklüğüne ilişkin kehanetlerle birlikte Amerikan demokrasisi üzerine felsefesini içeren Democratic Vistas (Demokrasi Manzaraları, 1871) ile, gönüllü bir hastabakıcı olarak iç savaş deneyimlerini anlatan otobiyografik öyküsü Speciman Dayas (Numune Günleri, 1882) de vardır.

Halkın haberi olmadığı halde başka bir yenilikçi Amerikalı şair, Emily Dickinson da Amherst'de (Massachusetts) yazıyordu. Çoğu 1850'li yılların sonuyla 1860'lı yıllarda yazılmış şiirleri, ölümü, sonsuzluk ve iç hayat üzerine sıradışı nitelikte ve şaşırtacak kadar basit lirik yapıtlardı. Pek azı şair sağken yayınlandıysa da 19201i yıllarda şiirleri yeniden keşfedilince, Dickinson bellibaşlı Amerikan şairleri arasında yerini aldı.

Nathaniel Hawthorne kökleri Püriten geçmişine sıkıca bağlı bir Amerikan romantizmini temsil eder. Öyküleri, onu önemli bir Amerikan yazarı haline getiren Twice-Told Tales'de (İki Kez Anlatılmış Öyküler, 1837) toplanmıştır. Bunların bazıları Püritenlere ilişkin öykülerle eski Amerika tarihi öyküleriydi; diğerleri, sık sık ortaya çıkan bazı temalarla birlikte, Hawthorne'un romanlarına aktarılan bir sembolizm ve allegori karışımını kullanıyordu. Başyapıtı Scarlet Letter (1850), Püriten Yeni İngiltere'de) geçen sembolik bir romanstır. Hawthorne, Emerson'ın düşüncesine bağlıydı ama, hem burada, hem de aşkıncıların ütopyacı deneyi « brook farm » üzerine kurulu bir roman olan The Blithedale Romance'de 852), bu düşüncenin iyimser yanını reddediyordu. Herman Melville de Emerson'ın felsefesini reddetti. Bir balina avı sırasında gemiyi terk ettikten sonra kendi başından geçen maceralar üzerine kurulu ilk romanı Typee: A Peep at Polynesian Life( 1846), hıristiyanlığın ruhsal özünü sorgulamaktadır. Melville deniz ve macera üzerine yazmayı sürdürdü ama yazdıkları giderek artan bir felsefi karmaşıklıkla, Hawthorne'unkiyle karşılaştırılabilecek bir allegori ve sembolizm karışımı içermeye başladı. Gelişiminin son noktasına Moby Dick'te (1851) erişti. Bu felsefi macera, çağın büyük bir doğa ve Amerika epikine duyduğu özlemi tatmin etti ama, yapıtın büyüklüğü o zaman fark edilmedi. Zaten Moby Dick de, Harriet Beecher Stowe'un büyük yapıtı Uncle Tom's Cabin'in (Tom Amcanın Kultabesi, 1852) kazandığı başarının yanına bile yaklaşamadı. Melville bir sonraki romanı Pierre'in (1852) başarısızlığından sonra da yazmaya devam etti, ama okuyucuya ulaşa mayışı onun cesaretini gitgide daha çok kırdı. 1891'de öldüğünde, hemen hemen hiç tanınmayan bir yazardı. En dikkate değeri Battle Pieces and Aspects of War (1866) olan iç savaşı konu alan şiirlerle, kısa, tamamlanmamış romanı Billy Budd'ı geride bıraktı. Uzun yıllar boyunca ihmal edilen bu yapıtlar ve daha sonraki bazı elyazmaları, 1920'li yıllarda eleştirmenler ve bilimadamlarınca yeniden değerlendirildi. Melville, birinci sınıf bir Amerikan yazarı olmasını bu yapıtlara borçludur.

İÇ SAVAŞ SONRASI EDEBİYAT

İç Savaş sonrası dönem, kabaca, gerçekçiliğin ortaya çıkışıyla başlar ve natüralizmin gelip çatmasına, yani Birinci Dünya savaşına kadar uzanır. İç savaşın kendisi, edebiyatı, onun sonucunda ortaya çıkan sınaî büyümeden daha az etkilemiştir. Gene de savaş, Melville, Emerson, Lowell ve Whitman'in şiirlerinin ve Thomas Wentworth Higginson, Charles François Adams Jr. ve Ulysses S.Grant'in imzasını taşıyan daha da anlamlı otobiyografik anlatıların temelini oluşturuyordu.

Mark Twain, akımı, Amerikan rönesansına özgü romantizmden, gerçek yerler ve durumları ele alan dünyevi bir gerçekçiliğe, doğru götürdü. Diyaloglarında, Amerikan konuşma tarzının daha önce deneme yolunda hiç çaba gösterilmemiş eşdeğerlerini yarattı. Twain, yapıtlarında kendi kişisel deneyimlerinden büyük ölçüde yararlandı: The Innocents Abroad (Yurtdışındaki Masumlar, 1869) ve Roughing İt (Güçlüklere Katlanarak, 1872) için kendi seyahatlerinden; Life on the Mississippi de (Mississippi'de Yaşam, 1883) ırmak gemisinde çalışırken geçirdiği günlerden; Tom Sawyer (Tom Sawyer'in Başından Geçenler, 1876) ve The Adventures of Huckleberry Finn'de (Huckleberry Finn'in Başından Geçenler, 1884) kendi gençliğinden büyük ölçüde yararlandı. Huckleberry Finn, çoğu eleştirmen tarafından ilk modern Amerikan romanı olarak kabul edilir. Bu yapıt, büyük bir olasılıkla en iyi bilinen kitabıdır.

Samuel Clemens, XIX. yy'da yazan Amerikalı mizahçılar arasında sık sık görülen bir uygulamayı izleyerek Mark Twain takma adını seçti. Augustus B. Longstreet'in Georgia Scenes'inden ( 1835) sonra, James Russell Lowell, Hosea Bigelow adıyla; Joel Chandler Harris, Uncle Remus (Remus Amca) adıyla; David Ross Locke, Petroleum V. Nasby adıyla; Charles Farrar Browne, Ar-temas Ward adıyla; Finlay Peter Dunne da Mr. Dooley adıyla yazdılar.

Romancı ve eleştirmen olarak, William Dean Ho-wels ve Henry James, romanstan gerçekçiliğe geçişe katkıda bulundular. Howells'in The Rise of Silas Sapham'ı (Silas Lapham'ın Yükselişi, 1885), servet sahibi olup Boston'a taşınan, ama ruhi yükselişe ancak servetini kaybedince erişebilen sıradan bir çiftçi üzerinedir. Howells, çok yapıt veren bir yazardır gerçe, ama asıl önemi edebi eleştirilerinden ve Amerikan edebiyatında taşralılığa karşı çıkışından kaynaklanır. James ise, taşra dünyasından daha da fazla uzaklaşmıştır. Daisy Miller'da (1879) ve onun psikolojik gerçekçilik alanındaki zaferi olan The Portrait of a Lady de (Bir Hanımefendinin Portresi, 1881), bir Avrupa mekanındaki sürgün Amerikalıların portrelerini çizdi. Buna karşılık da, James, The Europeans' da (Avrupalılar, 1878), bir Yeni İngiltere artyetişimine karşı AvrupalIların tepkilerini sundu. The Bostonians' da (Bostonlular, 1886), Yeni İngiltereli reformcuları ve hayırseverleri hicvetti. Howells kadar bol kitap yazan James, aynı zamanda eleştirisini kendisine de yönelten bir eleştirmen ve bir gerçekçilik savunucusuydu. Son romanları, özellikle The Golden Bowl (Altın Kâse, 1904) için yeni, karmaşık bir dil ve sembolizm yaratarak, modernizm çağının habercisi oldu. Ancak bölgecilik,yani ülkenin belirli bölümlerinin edebiyatı da gelişiyordu. Bu tür gerçekçi yerel rengi kullanan yazarların çoğu kadındı. Aralarında Willa Cather, Kate Chopin, Mary E. Wilkins Freeman, Ellen Glasgow, Sarah Orne Jewett ve Edith Wharton vardı. Dönemin, bölgeci olarak kabul edilen diğer yazarları ise Ambrose Bierce, Hamlin Garland ve Bret Harte'tır. Zenci Amerika edebiyatının çoğu, koşulların zorlaması sonucu, mekansal olarak bölgeci özellikler taşıyordu. Charles Chesmutt ve William Wells Brown, ilk zenci romancılar arasındaydı. Şair ve romancı Paul Lawrence Dunbar Lyrics of Lowly Life'ta ( 1896), merhamet ve sempati ile mizahı harman ederken lehçeden de yararlandı ve mütevazı mekanlar kullandı. Zenci Amerikalıların en güçlü yapıtlarının bir kısmı otobiyografik yapıtlardır. İç savaş sonrası dönemde, zenci Amerikalıların deneyimlerini tanımlayan yapıtlar arasında The Narrative of the Life of Frederick Douglas, an American Slave (Amerikalı Bir Kölenin, Frederick Douglas'ın Yaşam Öyküsü, 1845), Booker T. Washington'in yazdığı Up from Slavery (Kölelikten Kurtuluş, 1901), James Weldon Johnson'un Autobiography of an Ex-Colored Man'i (Eski Bir Karaderilinin otobiyografisi, 1912), ve W.E.B. du Bois'nın yazdığı The Souls of Black Folk (Siyah İnsanların Ruhları, 1903) vardır.

18901'lı yıllarda, gerçeğe karşı daha sert bir bakışı vurgulayan romanların ortaya çıkışı, Amerikan gerçekçiliğinin başlangıcını işaret etti. Stephen Crane'in Maggie, A Girl of the Streets'i (Maggie: Sokakların Kızı, 1893) pek farkedilmedi ama Red Badge of Courage'i (Cesaret Madalyası, 1895), hemen bir klasik olarak kabul edildi. Frank Norris, özellikle Mc Teague (1899), The Octopus (Ahtapot, 1901) ve The Pit te (Çukur, 1903), natüralizmin özelliklerini Crane'den daha fazla sergiledi. Norris'in, çoğu kez Darwin'e özgü bir varlığını sürdürme mücadelesi üzerine kurulu yapıtları insanın açgözlülüğü, ahlak bozukluğu ve ızdırap çekmesi üzerinde odaklanır. Theodore Dreiser Sister Carrie (Kızkardeşim Carrie, 1900) ile başlayıp, An American Tragedy (İnsanlık Suçu, 1925) ile sona eren en çarpıcı natüralist yapıtları yaratmıştır. Dreiser'in kitapları sevecenlik ile insan dürtülerine yönelik bir anlayışı yansıtır. Dramatik bir kavrayışla çağdaş toplumda bireyin çıkmazını tahlil ederler.

Toplumsal protesto ve ütopyacılık da natüralizm ile elele gitti. Upton Sinclair, The Jungle' da (Chicago Mezbahaları, 1906) et sanayimdeki acıklı koşulları gözler önüne serdi; Jack London otobiyografik romanı Martin Eden'de (1909) toplumu reddetti; ve Jacob Rus, How the Other Half Lives'de (Öbür Yarı Nasıl Yaşıyor, 1890) fotoğraflar ve kelimelerle yoksul göçmenlerin yaşamlarını anlattı. Henry Adams, The Education of Henry Adams'da (Henry Adams'in Eğitimi, 1918), toplumsal, tarihi ve ekonomik değişiklik karşısında anlam arayışını eleştirel ve ironik bir yaklaşımla araştırdı.

XX. yy'ın başlarındaki Amerikalı şairler, edebi modernizmi geliştirmeye öncülük ettiler. Vachel Lindsay ve Carl Sandburg, serbest nazımda ve Amerika'nın yüceltilmesinde, Whitman'in geleneğini izlediler. Edgar Lee Masters da Spoon River Anthology'sinde (Spoon River Antolojisi, 1915) bir ölçü Je aynı şeyi yaptı. Edgar Arlington Robinson'ın ve özellikle Robert Frost'un yapıtlar, biçim açısından daha gelenekçi ama, psikolojik olarak daha etkileyiciydi. Frost 1930'lu yıllarda, Amerika'nın en tanınan ve en sevilen yerli şairi olmuştu. Londra'daki iki Amerikalı sürgün, Ezra Pound ile T.S. Eliot, yüzyılın önde gelen şairlerinden oldular. Eliot'un The Waste Land'i (Çorak Ülke, 1922) modern şiirde karmaşıklık ve derinliğin en uç noktasını temsil eder. Eliot'ın çağdaşlarından ikisi, Wallace Stevens ile William Carlos Williams, ortaya çıkan genç şairler üzerinde belki de Eliot kadar etkili oldu. Özellikle Williams, Whitman'in Amerikan temaları ve ritmleri üzerinde sürdürdüğü araştırmayı imgeciliğe kadar uzattı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI EDEBİYATI

1920'li yılların Amerikan edebiyatı, idealler, ve hatta uygarlığın kendisi nedeniyle uğranan hayal kırıklığıyla tanımlanabilir. « Yitik kuşak » denen kuşağın yazarları, savaşa karşı düş kırıklığı tepkisi göstererek, The Waste Land'in kederli tonunu benimsediler. Genç şair E.E. Cummings, romanı The Benormous Room'u (Koca Oda, 1922) kendi savaş deneyiminin temeline oturttu, John Dos Passos ve William Faulkner de aynı yolu izlediler. Ne var ki Ernest Hemingway, savaş deneyimi ile kayıp duygusunu, Paris'teki hayal kırıklığına uğramış bir grubun deneyimini deşen ilk romanı The Sun Also Rises (Güneş de Doğar, 1926), ve A Fadewell to Arms (Silahlara Veda, 1929) ile en berrak biçimiyle yakaladı. Amerikalı yazarlar, kısmen kasaba ahlakı ve Amerikan kültürünün sığlığı olarak baktıkları şeylerden kaçmak için 1920'lerde Paris'te toplandılar. Bunların arasından ABD'de en fazla başarıya ulaşan yazar F. Scott Fitz-gerqld oldu. Başyapıtı The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby, 1925), « gürültülü Yirmili yıllar »'ın, şık kızlar çağının ve caz çağının imgesini yaratmaya yardımcı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri'nde bir grup yazar, kasaba Amerika'sından kaçışlarını yazarak, bu tür yerlerin ikiyüzlülüğünü gözler önüne serdiler. Sherwood Anderson, kendi kenti Clyde (Ohio) üzerine yazdığı Wi-nesburg, Ohio(1919) ile diğerlerine esin kaynağı oldu. Sinclair Lewis, Main Street'te (Ana Cadde, ( 1920) taşralılığa hücum etti ve Babbitt( 1922) ile dile "düşünmeyen konformist" anlamına yeni bir kelime ekledi. H.İ. Mencken denemelerjyazdı. Spor öyküleriyle Ring Lardner ve 1920'li yılların sonunda otobiyografik romanı Look Homeward Angel (Bu Melek Satılık Değil, 1929) ile Thomas Wolfe da aynı şeyi yaptılar.

Avrupa modernizmi Amerika Birleşik Devletleri'ne bu dönemde erişti. Getrude Stein'ın daha önce Paris'te geliştirilen, Amerikan dilinin kelimeleriyle ve konuşma kalıpları ile yaptığı deneyler, Hemingway'i de, başka birçok yazarı da etkiledi. Marianne Moore Dial dergisinin editörlüğünü yaparak, onlarca yıl boyunca disiplinli, çoğu kez sıra dışı şiirleriyle Amerikan şiirini etkiledi. Hart Crane, Amerikan epik yapıtı The Bridge (Köprü, 1930) ile, Eliot'ın daha az yerli modernizmine bir alternatif oluşturma çabasında bulundu. William Faulkner « bilim akımı romanı » tekniğini James Joyce'un Ulysses'inden özümledi ve The Sound and The Fury'de (Ses ve Öfke, 1929) bundan yararlandı. Modernizm öğretileri Criterion, Dial ve Hound and Horn gibi küçük dergilerde savunuldu. Bu arada Amerikan edebiyatı da eleştirel araştırmalara konu oluyordu. D.H Lawrence'in Studies in Classic American Literature'ını (Klasik Amerikan Edebiyatı Üzerine Çalışmalar, 1923), William Carlos Williams'in İn the American Grain'\ (Amerikan Doğasına uygun, 1925) ve V.L. Parrington'ın Main Currents in American Thought'u (Amerikan Düşüncesinde Başlıca Akımlar, 1927-30) izledi.

Bu dönem boyunca, Amerikan tiyatro oyunu sanatı, öncelikle Eugene O'Neil'in oyunları sayesinde seçkin hale geldi. The Emperor Jones (İmparator Jones, 1920), Mourning Becomes Electra (Elektra'ya Yas Yaraşır, 1931 ) ve daha sonra yazdığı, şiirsel bir biçimde otobiyografik başyapıtı Long Day's Journey into Night(Günden Geceye, 1956) gibi ürkütücü, sembolik ve son de rece psikolojik yapıtlarıyla, O'Neill, Amerikan oyun ya zarları için yeni bir standart koydu. Aralarında Maxwell Anderaon, Philip Barry, Lillian Hennman, Elmer Rice, Thornton Wilder ve daha sonra da Edward Albee, Art-hur Miller ve Tennessee Williams'in bulunduğu çok sayıda yetenekli oyun yazarı ona katıldı.

1930'LU YILLAR:
Ekonomik bunalım ve Avrupa'da faşizmin tırmanışı 1930'lu yıllarda Amerikan edebiyatına egemen oldu. Proleter edebiyat bilinçli olarak, işçi sınıfı saflarında protestolara (ve bazı durumlarda devrime) yol açmayı amaçladı. John Dos Passos üçlemesi U.S.A.'de (ABD, 1930; 1932; 1936) bu çağı kronolojik olarak anlattı. James T. Farrell, Studs Lonigan'da ( 1935) natüralist ayrıntılar getirdi, Meyer Levin de The Old Bunch'da (Eski Takım, 1937) aynı yolu izledi. Bugün Clifford Odets ve Sidney Kingsley'in oyunları ile John Steinbeck'in son derece başarılı olan The Grapes of Wrath'\ (Gazap Üzümleri, 1939), dönemin açıkça siyasal nitelikli yapıtlarından çok daha iyi hatırlanır.

Toplumsal bir bilinç taşıyan edebiyatla aynı dönemde, bunlardan kopuk bir eleştiri okulu ortaya çıktı. Yvor Winters ve Richard P. Blackmur'un temsil ettikleri « yeni eleştiri  »ye, Güneyli eleştirmenler, Cleanth Brooks, John Crowe Ramsom, Allen Tate ve Robert Penn Warren egemen oldu.

Henry Miller ile Nathanel West gibi yenilikçilerse, dönemin edebi ya da siyasi gelişmelerinden nispeten etkilenmeyen yazarlar oldu.

1930'lu yıllardan başlayarak birçok Amerikalı yazar, bellibaşlı anlatım biçimleri olarak kısa öyküden yararlandılar. Bu biçimin bellibaşlı sembolleri arasında John O'Hara ve Katherie Anne Porter da vardır. Onları 1940'lı ve 1950'li yıllarda Carson McCullers, Eudora Welty ve Flannery O'Connor izledi. Donald Barthelme ve John Updike gibi yazarlar, tıpkı John Cheever gibi, enerjilerinin büyük bölümünü kısa öyküye adamayı sürdürüyorlar. Kısa polisiye öykülerle romanlar da gene 1930'lu yıllarda James M. Cain, Raymond T. Chandler ve Dashiell Hammet sayesinde mükemmel hale geldi.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA EDEBİYAT

1940'lı ve 1950'li yılların yeni yazarlarının çoğu İkinci Dünya savaşından etkilendierse de kaygılarını her zaman açıkça belirtmediler. James Jones, From Here to Eternity (İnsanlar Yaşadıkça, 1951) He, Norman Mailer The Naked and the Dead le (Çıplak ve Ölü. 1951) ile savaş romancıları olarak tanındılar.

Savaştan sonraki yıllarda Amerikan oyunları gene canlandı. Tennessee Williams The Glass Menagerie (Sırça Kümes, 1944) ile A Streetcar Named Desire'da (İhtiras Tramvayı, 1947), masumiyet ve deneyim temalarını araştırdı. Arthur Miller'ın Death of a Salesman'ı (Satıcının Ölümü, 1949) klasik bir modern trajedidir. Edward Albee, The Zoo Story (Hayvanat Bahçesi, 1958) ve Who's Afraid of Virginia Woolf? (Kim Korkar Hain Kurttan, 1960) ile « absürd tiyatro » geleneğini Amerikan tiyatrosuna tanıttı.

Saul Bellow'un The Victim'i (Endişe, 1947) ile Bernard Malamud'un The Assistant inin (Çırak, 1957) yayınlanışı, geriye bakınca, gene üstünkörü bir biçimde "Yahudi hareketi" diye tanımlanan şeyin ilk işaretlerine benzemektedir. 1950'li ve 1960'lı yıllarda, aralarında Herbert Gold, Philip Roth ve J.D. Salinger'in de bulunduğu birçok Yahudi yazar ortaya çıktı.

1960'lı yılların toplumsal hareketleri (gençlik, karşı kültür, savaş aleyhtarı protesto) edebiyatı derinden etkiledi. Vietnam Savaşı ise Marcy McCarty, Susan Sontag ve Frances Fitzgerald'ın gazetecilik alanında verdikleri yapıtlara, Michael Herr'in biyografisi Disatches(Yazışmalar, 1977) ve Robert Stone (Dog Soldiers, 1974) ile Tim O'Brien'in Coing After Cacciato (Cacciato'nun Peşinde, 1978) romanlarına ortam hazırladı.

1960'lı ve 1970'li yılların protesto yazıları, kurgusal edebiyat tekniğinin kurgasal olmayan yapıtlarda kullanaldığı eski deneylerin etkisinde kaldı. Truman Capote'nin bir cinayeti anlatan İn Cold Blood(Soğukkanlılar, 1965) ve Norman Mailer'ın Armies of the Night'ı (Gece Orduları, 1968) ile The Executioner's Song u (Celladın Şarkısı, 1980), bu tarzın örnekleri arasındadır. Tom Wolfe'un Kandy-Kolored Tangerine-Flake Streamline Baby deki (1965) coşkulu, belagatlı düzyazısı "yeni gazetecilikti kurmaya yardımcı oldu.

1960'li yıllardan başlayarak, çok sayıda Amerikalı yazar etnik ve feminist davaların saflarında yer aldı. Ralph Ellison'ın invisible Man'i' (Görünmez Adam, 1952), edebi geleneğin orta yolu içinde kaldı. Şair Gwendolyn Brooks ile oyun yazarı Lorraine Hansberry (A Raisin in the Sun [Güneşteki Üzümler], 1959) yerleşik gelenekler çerçevesinde yapıtlar verdiler. James Baldvin de bir geleneksel düzyazı yazarı olarak başladı. Ancak, The Fire Next Time'dan (Gelecek Sefere Cehennem, 1963) itibaren, Baldwin'in yapıtları 1960'lı ve 1970'li yılların zenci protestocu hareketine giderek daha fazla bağlı olmaya başladı. Onu, İmamu Amiri Baraka'nın (Le Roi Jones [Kral Jones]), Eldridge Cleaver'in ve İshmael Reed'in öfkeli yazıları ile Toni Morrison, Nikki Giovanni ve Alice Walker'in o kadar tiz perdeden olmayan yapıtları izledi.

Kısmen Betty Friedan'ın The Feminine Mystique'in den (Kadınlığın Gizemi, 1963) esinlenen kadın yazarlar da, hemen hemen tümüyle kadınlık deneyimini işleyen belirgin bir yazı türü geliştirdiler. Sylvia Plath, hem şiirine, hem de hayatına ilişkin nedenlerle, büyük önem kazandı. Tillie Olsen ( Tell Me a Riddle [Bana Bir Bilmece Söyle], 1961) ve Grace Apley (The Little Disturbances of Man [Erkeğin Ufak Tefek Rahatsızlıkları], 1959) ev hayatını mizahi biçimde anlattılar. Şairlerden de Denise Levertov, Adrienne Rich ve Anne Sexton da 1960'lı yıllarda feminist konuları ele aldılar. Joan Didion (Play İt as It Lays, 1970) kadınların çağımızdaki durumunu romanları ve denemelerinde tanımladı. Hem geleneksel, hem deneysel biçimde yazan Joyce Carol Oates, kadın yazarlar arasında Elizabeth Janeway ve Kate Millett'in de bulunduğu o dönemin en çok yapıt veren romancısı oldu.

Çağdaş Amerikan edebiyatındaki üsluplar, konular kadar çeşitlidir. John Haukes gibi birkaç romancı tekniğe ilişkin radikal deneyler yaptığı halde, ötekiler çeşitli yazma tarzlarından yararlanan yapıtlar ortaya çıkarmak için geleneksel anlatı biçimleri çerçevesinde kalmıştır. Kurt Vonnegut fantezi ile bilim kurgudan yararlanmış; Bellow, Herzog'da felsefe ile mektuplardan meydana gelmiş romanı karıştırmış; Gore Vidal tarihi romanı işine geldiği gibi kullanmış; John Barth, Joseph Heller ve Thomas Pynchon gizemli, fantastik, ama temelde geleneksel şeyler yazmışlardır. Wright Morris, Walker Percy ve Peter Taylor, bölgesel edebiyatın güçlü geleneğini devam ettirirken, Edith Wharton'in yapıtları ile örneklenen davranış romanını da Louis Auchincloss sürdürmüştür.

Bu dönemin en etkili yenilikçileri arasında, Lolita (1958) ve Pale Fire'ın (Soluk Alev, 1962) yayınlanmasından sonra yapıtları en çok satan romancılar arasına giren, Rusya doğumlu Vladimir Nabokov da vardır. William S. Burroughs ile William Gaddis'in deneyimleri tanınıyor ama, o kadar yaygın biçimde okunmuyorlar. Mesleğine mitlerin alaylı, allegorik versiyonlarını yaratma yolundaki hırslı çabalarla başlayan John Gardner kendisinin "ahlaki" dediği ya da toplumsal sorumluluk taşıyan kurgusal edebiyatı savundu (On Moral Fiction'da, 1979).

Şairler cephesindeyse, üslup ve konu çeşitliliği, dönemin kısaca özetlenmesini engellemektedir. Robert Lowell'in Life Studies' inin (Yaşam İncelemeleri, 1959) yayınlanmasının, Plath, Sexton, Levertov, ve W.D. Snodgrass gibi şairlerin yapıtlarındaki "itiraf" tarzının açılışını yaptığı genellikle kabul edilir. Charles Olson ve « Kara Dağlar şiir okulu »nun yapıtlarıysa John Ashbery, Robert Bly, James Merrill ve James Wright'in gözünde önemini korudu. Döneminin en saygın şairlerinden biri olan W.S. Mervim, W.H. Auden, Robert G raves ve Ezra Pound'un üsluplarınım tanıyan biri olarak kendi belirgin tavrını geliştirdi. 1950'li yılların sonundaki «Beat kuşağından gelen Allen Ginsberg ve Gary Snyder, Doğu'nun ve Amerika'nın Kızılderili maneviyatını vurguladılar. Dönemin en dikkate değer şairlerinden ikisi, Elizabeth Bishop ve Richard Wilbur ise, etkiler ve modalardan bağımsız görünerek, farklı ve kişisel ifade biçimleri geliştirdiler. "Küçük dergiler" ile küçük basımevlerinin sayısının 1970'li 1980'li yıllarda artması, şiirlerin yayınlanabilmesi için daha önce rastlanmadık ölçüde çok olanak yarattı.

1990'lı yıllar başlarken Amerikan edebiyatı, -en eski geleneklerin hâlâ varlığını sürdürmesine ve başlıca uygulayıcıları kendilerine hâlâ toplumsal eleştirmenler gözüyle bakmasına karşın- özel-ilgi gruplarının arasında bölünmüşi durumda ve estetik duygusundanı uzaktır.