Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Dünya

  • Okunma : 234
Dünya Resim

Güneş’ in çevresinde dolanan dokuz gezegenden biridir. Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Plüton olarak adlandırılan bu gezegenlerin Güneş’e en yakın olan ilk dördüne “yerbenzeri gezegenler” denir. Çünkü üzerinde yaşadığımız gezegenin bir adı da Yer’dir ve öbür üç gezegenin boyutları, kütlesi ve dış yapısı bizim gezegenimize oldukça benzer. Gerçekten de, içlerinde en büyüğü Dünya olan yerbenzeri gezegenler öbür beş gezegenden daha küçük, sertleşmiş kayaç yapısında, dolayısıyla daha yüksek yoğunluktadır. Buna karşılık “dev gezegenler” denen Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün yerbenzeri gezegenlerden çok daha büyük, ama temel olarak soğuk gazlardan oluştukları için düşük yoğunlukta gezegenlerdir. Dokuzuncu gezegen olan Plüton’un yapısı ve özellikleri ise Dünya’dan çok uzakta bulunduğu için henüz yeterince aydınlatılmamıştır. Merkür ve Venüs’ün yörüngeleri Dünya’nın yörüngesinin içinde kaldığı için bunlara ayrıca “iç gezegenler” de denir; Mars’tan başlayarak bütün öbür gezegenler ise Dünya yörüngesinin dışında kaldıkları için “dış gezegenler”dir.

    Dünya birçok özelliğiyle bütün öbür gezegenlerden ayrılır. Örneğin yüzeyinde bol m iktarda su bulunan tek gezegendir. Yaşamın başlaması ve sürmesi için mutlaka su gerektiğinden, bütün Güneş Sistemi içinde canlıları barındıran tek gezegen de gene Dünya’dır. Yeryüzünün her yanını kaplayacak, denizleri dolduracak kadar gür ve çeşitli olan bu yaşam Dünya’nın atmosferini bile değişikliğe uğratmıştır; çünkü soluduğumuz havadaki oksijenin tümü bitkisel yaşam dan kaynaklanır.

    Dünya üzerinde büyük kara parçaları ve okyanus çanakları bulunm asaydı, ne yaşamın başlangıcı için gerekli olan engin ve kalıcı su kütleleri, ne de insanın ve üstün yapılı hayvanların yaşadığı bugünkü topraklar var olurdu.

Dünya'nın Biçimi, Boyutları ve Hareketi

Dünya bir küre biçim indedir. Uzaklaşan bir geminin ufuk çizgisinin altında gözden kaybolması gibi basit gözlemlerle eskiden beri bilinen bu gerçek, astronotların ve Dünya çevresindeki yörüngelerinde dolanan yapma uyduların uzaydan çektiği fotoğraflarla hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmıştır. Dünya’nın yuvarlak olduğunu söyleyen ilk kişi, İÖ 6. yüzyılda yaşamış Eski Yunanlı bilgin Pisagor’dur. Gene Eski Yunanlı matematikçi ve bilim adam larından Eratosthenes de İÖ 3. yüzyılda ilk kez Dünya’nın çevresini ölçmüştür. Eratosthenes bu ölçüme girişmeden önce, 21 Haziran günü öğle saatinde Güneş ışınlarının Mısır’ın Assuan kentinde yere tam dik olarak geldiğini öğrenmişti. Bu bilgiyi aktaranlara göre o gün o saatte Güneş’in yansıması derin bir kuyunun dibindeki suda görülebiliyordu. Erato sthenes, Assuan’ın 800 km kuzeyinde olduğunu tahmin ettiği İskenderiye’de aynı gün ve aynı saatte Güneş ışınlarının düşeyle 7 1/2 derecelik bir açı yaptığını, yani yere 7 1/2eğik geldiğini ölçtü. Böylece bu iki bilgiden yararlanarak Dünya’nın çevresini bugün bilinen değerine çok yakın olarak hesapladı. Gene de 16. yüzyılda kâşifler Dünya’nın çevresini denizden dolaşıncaya kadar Dünya’nın yuvarlak olduğu kolay kolay benimsenemedi.

    Dünya’nın yuvarlaklrğı aslında çok düzgün ve kusursuz değildir. Kendi ekseni çevresinde dönmesinden doğan merkezkaç kuvvetin etkisiyle ekvatorda hafifçe şişkinlik yapar. Bu şişkinlik nedeniyle kutuplar da hafifçe basıktır; kutup noktalarının Dünya’nın merkezine olan uzaklığı ekvatordaki bir noktanın uzaklığından yaklaşık 21 km daha azdır. Dünya’nın boyutlarına ilişkin bazı bilgiler aşağıdaki tabloda verilmiştir.

Ekvatordaki çapı         12.756.776 metre

Kutuplardaki çapı       12.713.824 metre

Yüzölçümü                 510.100.934 km2

Hacmi                         1.083.319.780.000 km3

Kütlesi                        5.988.000.000.000.000.000.000 ton

Ortalama yoğunluğu  5,52 gr/cm3

Dünya kendi ekseni çevresindeki dönme hareketini 23 saat 56 dakika 4,09 saniyede tamamlar. Demekki bu dönme hareketinin süresi 24 saatlik bir tam günden yaklaşık dört dakika daha kısadır. Ama Dünya Güneş’in çevresindeki dolanımını 365 gün 6 saatte tamamladığı için, bu yörüngede bir günlük yol aldığında üzerindeki her noktanın Güneş’e göre konumu değişir. Böylece, Dünya’nın bir tam dönüşünden ancak dört dakika sonra belirli bir noktada yeniden öğle olur. Sonuçta Dünya üzerindeki her noktada günün uzunluğu 24 saatti.

    Dünya’nın kendi ekseni çevresindeki dönüşü nedeniyle günün yansını gündüz, yansını gece olarak yaşanz. Dünya’nın Güneş’e dönük olan aydınlık yüzü gündüzken, karanlık yüzü gecedir. Ama gündüz ve gecenin uzunluğu yıl boyunca değişir. Yazın gündüzler 12 saatten daha uzun, kışın daha kısadır. Yeryüzünde yaz ve kış gibi iki ayrı mevsim yaşanmasının nedeni Dünya’nın dönme ekseninin yörünge düzlemine eğik olmasıdır. Kuzey ve güney kutup noktalarından geçtiği varsayılan dönme ekseni yörünge düzlemiyle 23 derece 27 dakikalık (23°27') bir açı yaptığı için, Dünya Güneş çevresindeki dolanımmı tamamlayıncaya kadar bu eksen uzayda hep aynı doğrultuya (Kutup Yıldızı’na) yönelir. Bu nedenle yörüngenin, yani Dünya’nın Güneş çevresinde izlediği yolun yarısında Güneş’e doğru, öbür yarısında ters yöne eğiktir. Kuzey kutup noktası Güneş’e doğru yöneldiğinde kuzey yarıkürede yaz mevsimi yaşanır. Böylece, dönme ekseni Güneş’e doğru eğik olduğu için, yazın kuzey yarıkürenin her noktası Dünya’nın günlük dönme hareketi sırasında daha uzun süre gün ışığı alıp, daha kısa süre karanlıkta kalır. Bu nedenle gündüzler gecelerden daha uzundur. Yalnız 21 Haziran’da Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyinde kalan her yer bütün gün boyunca Güneş ışığı aldığından gökyüzünde gece yarısı bile Güneş vardır. Bütün bu süre içinde güney kutup noktası Güneş’in bulunduğu doğrultuya yönelmediği için güney yarıkürede mevsim kıştır, gündüzler gecelerden kısadır ve Kuzey Kutbu’nun sürekli gündüzü yaşadığı 21 Haziran’da Güney Kutbu bütün gün karanlıktadır.

    Dünya’nın dönme hızı giderek yavaşlam akta, dolayısıyla günler biraz daha uzam aktadır. Ay’ın çekim kuvvetinin okyanus ve denizlerde yarattığı gelgit hareketi Dünya’nın dönüşünü yavaşlatan bir fren etkisi yapar. 370 milyon yıl önceki Devoniyen Dönem’in ortalarından kalma mercan fosillerinde bir yılda oluşan günlük büyüme halkalarının 365 yerine 400 tane olduğu görülm üştür. Bu da o dönem de bir günün 22 saat olduğunu gösterir.

    Dünya’nın Güneş çevresinde dolanırken çizdiği yörünge tam dairesel değil elips biçim inde, yani ovaldir. Bu nedenle, yörüngedeki dolanımı sırasında Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı biraz değişir. Güneş’ten en uzak noktadayken aralarında 152 milyon km, en yakın noktadayken 147 milyon km vardır. Dünya’nın Güneş çevresindeki yörüngede dolanım hızı ise saniyede 30 kilom etreden biraz azdır.

    Dünya, zayıf bir m agnetik alanla kuşatılmış dev bir mıknatıs gibidir. Kuvvet çizgileri kuzey ve güney magnetik kutuplarında birleşen bu m agnetik alanın, Dünya’nın merkezindeki demirden çekirdeğin dönmesiyle doğan elektrik akımlarından kaynaklandığı sanılm aktadır. Dünya’nın magnetik kutupları zamanla yer değiştirir; ama Dünya’nın döneksenini belirleyen coğrafi kutuplardan hiçbir zaman fazla uzaklaşmaz. Ne var ki kıtaların Dünya üzerindeki yeri başlangıçtan bu yana çok değiştiği için, bugün Kanada’nın kuzey ucunda bulunan kuzey magnetik kutbu jeolojik çağlar boyunca değişik kıtalar üzerinde yer almıştır. Aynı şey güney magnetik kutbu için de geçerlidir. 450 milyon yıl önce bu kutup noktası bugünkü Sahra Çölü’nün bulunduğu yerdeydi. Ayrıca zaman zaman magnetik kutupların konumu değişmediği halde işareti değişmiş, kuzeyken güney, güneyken kuzey magnetik kutbu olmuştur; başka bir deyişle, mıknatıslanmış pusula iğnesinin öbür kutbunu çekmeye başlamıştır.

Dünya'nın Oluşumu ve Yaşı

Bilim adamları öteden beri Dünya’nın bütün öbür gezegenlerle aynı zamanda oluştuğuna inanırlar. Güneş Sistemi’nin başlangıcına ilişkin eski bir kurama göre önce Güneş var olmuş, daha sonra gezegenler ondan kopmuştur. Artık geçerli sayılmayan bu kurama göre Güneş ilk oluştuğu zaman bugünkünün 50-60 katı büyüklükteydi ve kendi çevresinde hızla dönüyordu. Bu dönme hareketinden doğan merkezkaç kuvvetin etkisiyle Güneş’ten dışarıya bir miktar madde savruldu. Önce çok uçucu olmayan mineral ve metallerin yoğunlaşmasıyla iç gezegenler, sonra uçucu gazların yoğunlaşmasıyla dış gezegenler oluştu.

    Güneş’in ve bütün gezegenlerin aynı zamanda oluştuğunu ileri süren yeni bir kurama göre de Samanyolu Gökadası’ndaki dev bir gaz ve toz bulutu kendi kütleçekim kuvvetinin etkisiyle büzülmeye başladı. Bu madde parçacıklarından çok büyük bölümünün yoğunlaşmasıyla Güneş oluştu; bu kütle giderek öyle büyüdü ve madde yoğunluğu öylesine arttı ki bir süre sonra nükleer tepkimeler için elverişli bir ortama dönüştü. Öte yandan buluttaki daha küçük madde yoğunlaşmalarıyla da ilk gezegenler oluşmaya başladı. Bugünkü gezegenlerin öncülü olan bu ilk gezegenler başlangıçta birer gaz kütlesi halindeydi, ama hiçbiri nükleer tepkimelerin başlayabileceği kadar büyük değildi. Güneş’ in sıcaklığı arttıkça çevresindeki yakın gezegenleri, yani yerbenzeri gezegenleri kuşatan gaz bulutları yok oldu ve geride büyük olasılıkla erimiş durum daki minerallerden oluşan çekirdekleri kaldı. Güneş’e çok uzak olan öbür gezegenler ise pek fazla değişikliğe uğramadan bugüne kadar ulaştı.

    Dünya’nın yâşı doğrudan doğruya kayaçların yaşıyla ölçülemez. Çünkü bilinen en yaşlı kayaçların bile bugün artık yeryüzünde var olmayan daha yaşlı kayaçlardan oluştuğunu biliyoruz. Bugüne kadar saptanabilen en yaşlı kayaçlar Grönland’ın batısında bulunmuştur ve 3,8 milyar yaşındadır. Demekki Dünya’ nın yaşı bundan daha fazladır.

    Bugün Dünya’nın yaşını hesaplamak için başvurulan en güvenilir yöntem radyoaktif elementlerin dönüşümüdür. Örneğin radyoaktif uranyum elementinin uranyum-238 ve uranyum-235 gibi iki ayrı tipte atomu (izotopu) vardır. Bu atomların ikisi de çok yavaş bir süreçle kurşun atomlarına dönüşür. Öbür uranyum izotopundan biraz daha ağır olan uranyum -238’in dönüşümüyle daha hafif bir kurşun izotopu olan kurşun-206, uranyum -235’in dönüşümüyle de biraz daha ağır bir izotop olan kurşun-207 atomları oluşur. Uranyum -235’in kurşuna dönüşme hızı uranyum -238’in dönüşme hızından altı kat daha fazladır. Bu nedenle, incelenen bir kayaçtaki kurşun-206 ve kurşun-207 atom­larının oranı kayacın yaşma bağlı olarak değişir. En yaşlı olduğu düşünülen bir kurşun minerali ile bugün okyanuslarda oluşan kurşunun izotop yapısı arasındaki fark, ancak bu iki örneğin oluşumları arasında 4,55 milyar yıllık bir zaman dilimi olmasıyla açıklanabilir. Bu süre de Dünya’nın yaşı olarak kabul edilebilir. En eski kayaçların yaşını hesaplamak için radyoaktif rubidyum elementinin stronsiyuma dönüşme süreci de temel zaman ölçeği olarak alınabilir.

Dünya'nın İç Yapısı

Dünya’nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerindeki atmosfer (hava) ve hidrosfer (okyanuslar ve denizler) katm anları doğrudan gözlemle incelenebilir. Oysa Dünya’nın iç bölümlerine ulaşarak yapısını doğrudan inceleme olanağı yoktur. Dünya’nın iç yapısına ilişkin bütün bilgiler depremlerin incelenmesinden ve Dünya’nın içinde var olduğu düşünülen maddeler üzerindeki deneylerden elde edilmiştir. Yanardağların varlığına ve yerkabuğunun yüzeyindeki ısı akışı ölçümlerine dayanarak Dünya’nın iç bölümlerinin çok sıcak olduğunu biliyoruz. Yerkabuğunun derinliklerine doğru inildikçe kayaçların sıcaklığı her kilometrede 30°C kadar yükselir. Böylece, kabuğun en alt katmanlarının çok daha üstünde yer alan kayaçlar kızıl kor haline dönüşür. Aslında Dünya’nın büyüklüğüne oranla yerkabuğu çok incedir. Eğer Dünya’yı bir futbol topu büyüklüğünde düşünürsek kabuğu da ancak topun üzerine yapıştırılmış bir posta pulu kalınlığındadır. Kabuğun altında kalan kayaçlar ise akkor sıcaklığına kadar ulaşır.

    Deprem lerin nedeni, yerkabuğundaki bir kırıkla birbirinden ayrılan iki büyük kütlenin (levhanın) birdenbire harekete geçerek üst üste binmesi ya da uzaklaşm ası sonucunda yerkabuğunun şiddetle ileri geri sarsılmasıdır. Büyük bir deprem de bazı titreşimler Dünya’ nın derinliklerine doğru yayılır ve merkezdeki çekirdeğin etkisiyle Dünya’nın öbür yüzündeki dairesel bir alanda “odaklanır” . Buna karşılık bazı titreşimler çekirdeği aşıp öbür yana geçemez. Böylece Dünya’nın öbür yüzünde hiçbir titreşimin duyulmadığı halka biçiminde bir “gölge” belirir. Bu gölgenin boyutları ölçülerek çekirdeğin büyüklüğü hesaplanabilir. Ayrıca deprem titreşimlerinin yayılma hızı saptanarak içinden geçtikleri maddelerin yoğunluğu, dolayısıyla bileşimi belirlenebilir. Eritilmiş kayaçlarla yapılan laboratuvar deneyleri bu çalışmalara büyük ölçüde ışık tutar.

    Dünya’nın yüzeyi, kalınlığı 6 ile 70 km arasında değişen bir “kabuk” katmanıyla örtülüdür. Yerkabuğu denen bu katman daha ağır maddelerden oluşan ve 2.865 km derine inen çok kalın bir “manto” katmanının üzerine oturur. Mantonun bittiği yerde de D ünya’ nın merkezine kadar 3.473 km boyunca uzanan “çekirdek” başlar. Jeologlara göre, içteki manto katmanı çok büyük kabarma hareketleri sonucunda yerkabuğunu iterek birçok yerde yüzeye çıkmıştır. Ayrıca normal olarak yerkabuğunun yapısında bulunm ayan bazı kayaçlar da yanardağ hareketleri nedeniyle Dünya’nın yüzeyine ulaşmıştır. Jeologlar bu verilere dayanarak m antonun üst kesim lerinin “ültrabazik” korkayaçlardan oluştuğunu ileri sürerler. Bir yanda “asit” kayaç olarak nitelenen granitin yer aldığı kayaç sınıflandırmasının öbür ucunda bulunan bu ültrabazik kayaçlar ağır demir ve magnezyum silikatlardan oluşur. Mantonun alt bölümlerinin de aynı yapıda, ama daha ağır ve yoğun olduğu sanılmaktadır. Çekirdeğin yapısındaki maddeler ise hem mantodakilerden daha ağır, hem de hiç değilse çekirdeğin dış bölüm ünde sıvı haldedir. Buna karşılık çekirdeğin içinin manto ve kabuk gibi katı olduğu sanılıyor. Yerçekirdeğinde olağanüstü bir basınç vardır. Bilinen elementlerin çoğu böylesine büyük bir basınç altında çok yoğunlaşmış olarak bulunabilir; ama jeologların genel kanısı, bazı demirli göktaşları (meteoritler) gibi çekirdeğin de metal halindeki nikel ve demirden oluştuğudur.

Yerkabuğu

Yerkabuğu mantoya oranla daha hafif maddelerden oluşmuştur ve bu iki katman arasındaki geçiş bölgesi neredeyse kesin bir sınır çizer. Bu geçiş bölgesi, böyle bir sınırın varlığını ilk kez saptayan Yugoslav bilim adamı Andrije Mohoroviçiç’in (1857-1936) adıyla “Mohoroviçiç süreksizliği” , kısaca “M-süreksiziiği” ya da “moho” olarak anılır. Bu sınırın varlığını gösteren en önemli kanıt yerkabuğundaki deprem titreşimlerinin süreksizlik bölgesinden geçip mantoya ulaştığında birdenbire hızlanmasıdır.

    Yerkabuğu okyanusların ve denizlerin altında uzandığı zaman “okyanus kabuğu” , kıtaları oluşturduğu zamanda “ kıta kabuğu” olarak adlandırılır. Okyanus kabuğunun kalınlığı ancak 6-8 km arasındadır. Oysa ortalama kalınlığı 40 kilometreyi bulan kıta kabuğu yüksek sıradağların altında 60-70 kilometreye ulaşır.

    Okyanus kabuğu üç katmandan oluşur. En alt katman, yerin derinliklerindeki erimiş maddelerin (magmanın) katılaşmasıyla oluşan korkayaçlardır. Orta katman yanardağ lavlarından, üst katman ise temel olarak kum ve çamur gibi tortullardan oluşur. Okyanus kabuğu sürekli hareket halindedir. Bu nedenle kabukta okyanus sırtları boyunca çatlaklar oluşur ve bu çatlakların arasından yüzeye çıkan erimiş maddelerin sertleşmesiyle okyanus kabuğuna yeni katmanlar eklenir. Bu yeni kabuk sertleştikten sonra yılda 1 ile 10 cm kadar ilerleyerek yavaş yavaş okyanus sırtından iki yana doğru yayılır. Böylece okyanus sırtları suyun altında yüksek sıradağlar oluşturur.

    Yerkabuğu çok sayıda eğri levhanın yan yana dizilmesiyle oluşan bir bütün olarak düşünülebilir. Bu levhalar mantonun oldukça yumuşak üst katmanına oturduğu için sağa sola hareket edebilir. Okyanus sırtları, okyanus çukurları ve bazı uzun kırıklar yalnızca levhaların kenarlarında oluşur; bu kırıkların olduğu yerlerde de levhalar kayarak birbirinin üstüne binebilir. Levhalardan çoğunun üzerinde bu levhalarla birlikte hareket eden bir ya da birkaç kıta bulunur. Nitekim , bir zamanlar iki kıtayı ayıran okyanus kabuğunun bir okyanus çukuruna doğru çökmesiyle kıtalar bazı yerde birbirine iyice yaklaşmış, hatta üst üste binmiştir. Örneğin aralarındaki okyanus kabuğunun çökmesi sonucunda Hindistan ile Asya kıtası çarpışmış ve iki karanın kenarları yükselerek Himalaya Dağları’nı oluşturmuştur. Büyük ve şiddetli depremlerin hemen hepsi bu levhaların kenarlarında, bir levhanın öbürünün altına girmesiyle olur. Aynı biçimde, en etkin yanardağlar da okyanus kabuğunun ya İzlanda’da olduğu gibi yükselerek sırta dönüştüğü ya da Andlar’da olduğu gibi çökerek kıtaların altına girdiği yerlerde bulunur.

    Okyanus tabanının yanlara doğru yayılarak genişlemesi çok çarpıcı bir biçimde kanıtlanmıştır. Bu kanıtlamanın en önemli dayanak noktası da Dünya’nın magnetik alanının yukarıda anlatıldığı gibi zaman zaman yön değiştirmesidir. Yerkabuğunun derinliklerindeki erimiş magma yüzeye çıkarak kristalleşirken, yani katılaşırken bazı mineral parçacıkları mıknatıslanır. Böylece her biri Dünya’nın magnetik kutuplarını gösteren küçük birer mıknatısa dönüşür. Jeologlar yaşları bilinen lav katmanlarının, yapılarındaki mıknatıslanmış parçacıklar bazen kuzey, bazen güney magnetik kutbuna yönelecek biçimde yan yana yerleştiğini saptamışlardır. Bunun nedeni, bir katmandaki mıknatıslanmış parçacıkların kuzey ve güney kutuplarının Dünya’nın magnetik kutuplarına uygun olarak dizilmesi, sonra magnetik kutuplar yön değiştirdiğinde üstteki yeni katmanda bulunan parçacıkların bir önceki katmandakilere ters yönde yerleşmesidir. Kısacası okyanus kabuğu magnetik bantlı dev bir kayıt aleti, yani bir teyp gibi Dünya’ nın magnetik alanındaki bütün değişiklikleri bir bir kaydetmiştir.

    ABD’nin araştırma gemisi Glomar Challenger’in okyanus tabanında yaptığı sondajlar bu alanda yeni kanıtlar sağlamıştır. Bu araştırmalara göre, okyanus sırtlarından uzaklaştıkça korkayaçlardan oluşan tabanın üzerindeki tortul birikintilerin yaşı da artar. Bulunan en yaşlı tortul katman, dolayısıyla okyanus tabanının en yaşlı kesimi 200 milyon yıldan daha yaşlı değildir.

    Kıta kabuğu okyanus kabuğundan çok farklı yapıdadır. Her şeyden önce bu kabuğun alt katmanları okyanus kabuğu gibi ağır kayaçlardan oluşsa bile üst katm anları granit, şist ve şeyi gibi daha hafif kayaçları da kapsayan değişik  maddelerden oluşur. Ayrıca kıta kabuğu birçok yerde okyanus kabuğundan çok daha yaşlıdır ve yapısı oldukça karmaşıktır.

    Kabuğun değişik bölgelerinde her birinin oluşumu ayrı koşullara bağlı olan yüksek dağlar, yuvarlak tepeler ve geniş düzlükler gibi üç değişik yapı görülür. İçlerinde en son oluşan, yani en genci yüksek dağlardır. Bugün bile her 1.000 yılda 8-10 metre kadar yükselen bu dağlardaki kayaç katmanları çok kıvrımlıdır ve içlerinde granit sızıntıları bulunur. Granit erimiş haldeyken kayaçların içine sızmış, sonra katılaşarak orada kalmıştır.

    Yuvarlak tepeler ile daha küçük dağlar ise birkaç yüz milyon yıl önce oluşan ve artık yükselmeyen sıradağların kalıntılarıdır.

    Büyük ovalar da bir zamanlar geniş ve sığ bir denizin tabanını oluşturan kristalleşmiş kayaçların üstüne çökelmiş çamur ve kum karışımı tortullardan oluşur. Alttaki kristalleşmiş kayaçlar birçok bölgede yüzeye çıkmıştır. Bunların çoğu 1,5, hatta 2,5 m ilyar yıldan daha yaşlıdır. Kristalleşmiş kayaçlar da çok kıvrımlıdır ve henüz katılaşmadıkları dönem de içlerine granit sızmıştır. Bir zamanlar bu kayaçlar yıllarca rüzgârın, yağmurun ve akarsuların etkisiyle aşınarak küçülen sıradağların parçasıydı. Aslında kristalleşm iş kayaçların çoğu ilk oluştuğu zaman yeryüzünün 20 km kadar altında bulunuyordu. Bugün yüzeyde olduklarına göre, üstlerini örten 20 km kalınlığındaki kayaç katmanlarının o günden bu yana aşınarak sürüklenmiş olması gerekir.

    Kıta kabuğundaki daha hafif maddelerin bir bölümü belki de 4,5 milyar yıl önce erimiş halde olan Dünya’nın yüzeyinde sıvı bir örtü oluşturuyordu. Ama jeologlar bunlardan çoğunun daha sonraki çağlarda oluştuğunu düşünüyorlar. Bu uzmanların açıklamasına göre kıta kabuğu bugün de sürüp giden levha hareketlerinden doğmuştur. “Levha tektoniği” denen bu süreçte okyanus kabuğu okyanusun tabanında bir çukur oluşturacak biçimde alçalırken yavaş yavaş manto katmanının altına doğru girer. Bu arada okyanus tabanındaki ıslak kum ve çamurları da aşağıya doğru sürükler. Bu ıslak maddeler mantodaki kayaçlarla karışır, hepsi birden erir ve sonunda “ada yayı” denen bir zincir oluşturacak biçimde sıralanmış bir dizi yanardağın ağzından lav halinde dışarı püskürür. Mantonun yapısındaki maddelerden daha hafif olan bu sıcak lav akıntısı donarak katılaşır, rüzgârın ve yağmurun etkisiyle ufalanarak kuma dönüşür ve ırmaklarla yeniden okyanusa taşınır. Böylece aynı süreç bir kez daha yinelenir. Ama yanardağlardan püsküren bu lav şimdi daha fazla kum taşıdığı için öncekinden daha hafiftir. Böylece yanardağların püskürttüğü lavlar ile kıta kabuğunun bileşimi aynı olur ve en sonunda okyanusta yeni bir kıta kabuğu şeridi oluşur. Kıta kabuğunun geniş bir kara parçası olarak yüzeye çıkabilmesi için birçok şeridin yan yana gelmesi, bunun için de aradaki okyanus kabuğunun levha kenarlanndaki çukurlardan dibe doğru çökmesi gerekir. Kıta kabuğundan oluşan büyük kara parçalarında, akarsuların sürükleyip getirdiği çamur ve kumlar kara parçasının kenarlarında yığılarak birikir. Eğer okyanus kabuğu o karanın kenarından kıta kabuğunun altına doğru girerse, kenardaki kum ve çamur katmanlarının kıvrılmasıyla dağlar oluşur. Bir ada ya da başka bir kara parçası gelip o karaya çarptığı zaman da çok yüksek dağlar ortaya çıkar.

    Bugünkü kıtaların hepsi art arda gelen bir dizi çarpışmanın ürünüdür. İlk çarpışmada çok büyük bir anakara parçası oluşmuş, sonra bu kütle daha küçük parçalara ayrılmıştır. 240 milyon yıl önce oluşan ve Pangaea adıyla bilinen bu dev anakara 120 milyon yıl öncesine kadar bütünlüğünü koruyordu. Büyük olasılıkla okyanus tabanının genişlemesi sonucunda bugün var olan altı parçaya bölündü. Sonradan yedinci parça olarak Doğu Afrika’dan kopan Hindistan ise Asya kıtasıyla çarpışarak Himalayalar’ı oluşturdu.

    Kıtaların yüzeyi yağmur, rüzgâr ve akarsuların etkisiyle sürekli aşınıma uğrar. Yüzey ne kadar yüksekse aşınma oranı da o kadar fazladır. Colorado Irmağı’nın dik ve yüksek Colorado Yaylası’m oymasıyla oluşan Büyük Kanyon bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Daha soğuk bölgelerdeki yüksek dağlarda da büyük buzullar dağ yamaçlarını hızla oyar ve böylece açığa çıkan kayaçlar donun etkisiyle parçalanır. Yüksek dağların doruklarının genellikle sivri ve testere dişi gibi girintili çıkıntılı olması bu yüzdendir. Aşınan dağlardan aşağıya doğru sürüklenen maddeler kıtaların çöküntü havzalarında birikir. Yükselmesi durmuş olan bir sıradağın aşınarak yok olması ve düz bir ovaya dönüşmesi için aradan yalnızca 10-20 milyon yıl geçmesi yeterlidir.

Dünya Resimleri