Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Hindistan Tarihi

  • Okunma : 940

Hindistan Tarihi, Binlerce yıl boyunca birbirini izleyen çeşitli istilalar Hindistan yarımadasında büyük bir kültür çeşitliliği ve karmaşasına yol açmıştır. Yarımadanın XX. yy'da 3 devlete (Hindistan, Pakistan ve Bangladeş) bölünmüş olması da bu çeşitliliği yansıtmaktadır. Bütün bu karmaşıklığa karşın, yarımadanın tarihinin temel özelliklerinden biri, söz konusu uygarlık öğelerinin zaman içinde kaynaşmış olmasıdır.

ESKİÇAĞ DA HİNDİSTAN

Hindistan yarımadasında coğrafi açıdan büyük bir çeşitlilik gözlendiği için, Eskiçağ'da Hindistan'da en azından iki ayrı uygarlığın gelişmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Arkeoloji buluntularına dayanılarak, yarımadaya ilk göçlerin günümüzden 400 000-200 000 yıl önce yapıldığı düşünülmektedir. Söz konusu ilkel halkların bazılarının, Hindikuş dağlarını aşarak günümüzde Pakistan'ın kuzey kesimini oluşturan bölgeye yerleştikleri, öbür halkların Afrika'nın doğu bölgelerinden deniz yoluyla günümüzdeki Hindistan'ın güney kesimine yerleştikleri sanılmaktadır.

İndus uygarlığı. Dünyanın en eski ve en büyük uygarlıklarından biri, İ.Ö. yaklaşık 3000-2500 yılları arasında, Hindistan yarımadasının adının kaynaklandığı İndus ırmağının vadisinde gelişmiştir. Bu uygarlığın kalıntılarına Harappa ve Mohenco-Daro'da (her ikisi de günümüzde Pakistan'dadır), Hindistan'ın doğu kesimindeki Simla ve Bikaner kentleri ile güneydeki Kathiavar yarımadası ve Gucerat bölgesi kıyıları gibi yerlerde yapılan kazılarda rastlanmıştır. Eskiçağ'ın en gelişmiş uygarlıklarından biri olan İndus (ya da Harappa) uygarlığı birçok bakımdan, aynı dönemde Mezopotamya'da gelişmiş uygarlıklarla benzerlikler göstermektedir. Harappalıların tuğladan yapılmış iki-üç katlı evlerden oluşan, iyi planlanmış sokakları ve akaçlama sistemleri bulunan kasabalarda yaşadıkları, bakır, tunç ve taştan yapılmış aletler, gelişmiş çanak-çömlekler kullandıkları anlaşılmıştır. Pek çok simge ve şekilden oluşan ("resimyazı") Harappa yazısı, henüz çözülememiştir.

Ari uygarlığı. Harappa uygarlığı İ.Ö. yaklaşık 1500 yılına kadar sürmüş, o tarihte İndus vadisini İran yaylalarından gelen Arilerin istila etmeleriyle sona ermiştir. Yarı göçebe olan, Sanskritçe'nin ilkel bir biçimini konuşan Arilerden günümüze kent, mezar, sanat yapıtı ya da zanaat eşyası gibi şeyler kalmamıştır. Bu halkla ilgili bilgiler Veda adı verilen dinsel metinlerden, özellikle de Rig Veda'dan edinilmektedir. Başlangıçta sözlü olarak aktarılan Veda'larda, çok sayıda tanrıya, zengin bir mitolojiye ve ateşe kurban vermeye dayalı ayin törenleri çok gelişmiş bir kültürden sözedilmektedir. Ayrıca, sonradan kast sisteminin kaynaklandığı "varnalar" (ya da sınıflar) sisteminin adı da geçmektedir. Dört "varna"yı oluşturanlar brahmalar (ya da din adamları), yöneticiler ve savaşçılar sınıfını oluşturan "kshatriyalar", tüccar ve çiftçilikle geçinen "vaishyalar" ve zanaatçılıkla geçinen "şudralar"dır. Veda'lar ve kast sistemi, Hindistan'ın başlıca toplumsal ve dinsel sistemi olan hindu dininin de merkezinde yer almaktadır. dolayısıyla, Arilerin temel kurumlarının ve kültürlerinin pek çok öğesinin Hindistan'a damgasını vurmuş olduğu söylenebilir.

İlk kültür ayrılıkları. Bir kurama göre, at sırtında dolaşan savaşçı bir halk olan Ariler, Kuzey Hindistan'da yaşayan ve "dasa" adını verdikleri daha esmer ve daha ufak tefek halkların çoğunu güneye itmişlerdir. Bu kuram kanıtlanmamış olmakla birlikte, zaman zaman kuzeydeki Ari dil grupları ile güneydeki Dravid dil grupları arasındaki bölünmeyi açıklamak için kullanılmıştır. Günümüzde de güneydeki bazı ayrılıkçılar, Dravid dili konuşanların ülkeye Ari istilacılardan daha önce yerleştiklerini ileri sürmektedirler. Ama henüz Dravid dili konuşanların Güney Hindistan'a gelişlerinin tarihini belirlemeye yeterli ölçüde dilbilimsel kanıt yoktur. Kuzey ile güney arasındaki kültür ayrılıkları, çağdaş Hindistan'da da sürmektedir.

Arilerle ilgili dinsel metinlerden, kendilerini ırk ve kültür bakımından üstün gördükleri "dasa"ları küçümsedikleri anlaşılmaktadır. Arilerin egemen olduğu kuzey bölgesinde, "dasa" sözcüğü, "köle" ya da "toprak kölesi" anlamında kullanılmıştır. Arilerin etkisi altında gelişen, sınıflara ayrılmış toplumda, "dasa"ların hoşa gitmeyen, ama yapılması zorunlu görevlerin çoğunu yerine getirdikleri sanılmaktadır.

Brahma rahipleri sınıfının üstünlüğüne karşı çıkmalar. Arilerin yavaş yavaş doğuya, Ganj ovasına kaymalarıyla, Kuzey Hindistan'daki Ari öncesi kültürleri ile Ari kültürü yüzyıllar geçtikçe birbirleriyle kaynaştılar. Ganj ovasındaysa Eskiçağ Hindistanı'nın ikinci büyük kent uygarlığı gelişti; Pataliputra (günümüzde Patna yakınında), Kasi (günümüzde Varanasi) ve Ayuthia gibi kentler önemli kentlere dönüştüler. İ.Ö. VI. yy'da Bihar bölgesinde zengin bir tüccar sınıfı ("vaishyalar"), geleneksel inançlara karşı çıkan görüşleri desteklemeye başladı. Sözgelimi,o dönemden kalma Upanişadlar'da (Vedaar'a dahil,ama daha önce yazılmış el yazması metinler), brahma rahiplerinin geleneksel üstünlüğüne karşı çıkılmaya başlandı. Ari etkisinin nispeten zayıf olduğu kuzeydoğu kesiminde, İ.Ö. yaklaşık 500 dolaylarında caynacılık ve buddhacılık ortaya çıktı; Hindistan'ın doğu kesimindeki tüccar ve toprak sahibi soyluların geniş ölçüde destekledikleri bu dinlerin ikisi de, bir ölçüde, brahma rahipleri sınıfının üstünlüğüne birer başkaldırı sayılabilir.

Maurya ve Gupta dönemleri. İ.Ö. 326'da Büyük İskender ordusuyla İndus vadisini işgal edince, zaten siyasal bakımdan parçalanmış olan yarımadada, hiçbir Hintli hükümdar, İskender'in ordularını durduracak kadar güçlü bir fil ve piyade gücünü bir araya getirmeyi başaramadı. Gene de Büyük İskender, bu uçsuz bucaksız yarımadayı denetim altında tutmanın güçlüğü ve askerlerinde anayurt bölgesinden uzaklaşmanın oluşturduğu hoşnutsuzluğun gün geçtikçe artması sonucunda, Hindistan'dan çekilmek zorunda kaldı.

İskender'in işgalinden kısa süre sonra, İ.Ö. yaklaşık 321'de, Çandragupta Maurya (Maurya sülalesinin kurucusu), Hindistan'ın ilk büyük imparatorluğunu (merkezi Pataliputra'ydı) kurdu. Torunu Aşoka'nın döneminde, imparatorluk orta Hindistan'da Dekkan yaylasının güneyinden batıda Belucistan'a ve günümüzün Afganistan'ına kadar uzanıyordu. İ.Ö. 261'de doğudaki Kalinga devletini de topraklarına katan Aşoka, buddhacılık ile hindu dinini ve öbür dinleri biraraya getirerek bir devlet dini oluşturmaya çalıştı. İmparatorluğunun dışına buddhacı rahipler göndererek, buddhacılığın evrensel bir din durumuna gelmesini (buna karşılık buddhacılık Hindistan'da geriledi) sağladı. Aşoka'nın ölümünden (İ.Ö. 232) kısa süre sonra, imparatorluğundan geriye Magadha devletinden başka şey kalmadıysa da, soyundan gelenler, İ.Ö. yaklaşık 185'e kadar iktidarda kalmayı başardılar.

Maurya'lar ve onları izleyen sülaleler döneminde, aşağı yukarı 800 yıllık bir dönem boyunca, Hindistan'da günümüzde de varlığını büyük ölçüde sürdüren bir uygarlık gelişti. Kastlar kurumu sağlam bir biçimde yerleşti. Hindu felsefesi ve yasaları pekiştirildi.

Gupta sülalesi dönemi (İ.S. yaklaşık 320-yaklaşık 540) genellikle Hindistan'ın klasik dönemi sayılır. Bu dönemde Hint mimarlığı, heykelciliği, resmi, dansı ve müziği büyük ölçüde gelişmiştir.

ORTAÇAĞ DA HİNDİSTAN

Gupta sülalesinin parlak döneminden sonra Hindistan, siyasal akımdan bir dizi küçük krallığa bölündü. Bilgeliğin yerini skolastik aldı; din iyice bağnazlaştı; sanatlarda da genel olarak yaratıcılıktan yorumculuğa ve diyalektiğe geçildi. Kuzeybatıdan pek çok istila ve göçün olduğu bu dönemde, aynı zamanda, daha ileri uygarlıklar olan Arap ve Çin uygarlıklarıyla ilişkiler de bir ölçüde kesildi. Bu dönem XVI. yy'da Türk-Hint İmparatorluğu'nun kurulmasına kadar sürdü.

VII., VIII. ve IX. yy'lardaki kargaşa dönemi sırasında Hindistan'da ortaya çıkan küçük devletlerin başlıcası, Racputların Hindistan'ın orta ve kuzey kesimlerinde kurdukları askerler soylu sınıfına dayalı devlet oldu. Hindistan'ın güney kesiminde de ırk, kültür ve dil bakımından farklı Dravid krallıkları gelişti: Günümüzdeki Haydarabad'ın çevresindeki alanda yer alan Andhralar Krallığı; Hindistan yarımadasının güney ucunda Pand-yaların kurdukları Tamil devletleri; günümüzde Madras adıyla bilinen bölgede Çolaların, güneybatı kıyısında da Çeraların kurdukları devletler. Hintlilere özgü pek çok düşünce ve uygulama, bu yerel krallıklar aracılığıyla Endonezya'ya ve güneydoğu Asya'nın öbür bölgelerine yayıldı. Bölgede sınırlı bir sömürgeleştirmeyi destekleyen ve Vl.yy'dan Vlll.yy'a kadar Güneydoğu Asya'da egemen bir rol oynamış olan Pallava sülalesinin kökeni, tam olarak aydınlatılamamakla birlikte, büyük bir olasılıkla Kuzey Hindistan'dı. Sanatçıları koruyan Pallavalar aracılığıyla, Hint-Ari Sanskrit kültürünün öğeleri Güney Hindistan'da iyice yerleşti.

Hint uygarlığı temelde bir bütün oluşturmakla birlikte, Ortaçağ dönemi boyunca genel kural, siyasal çeşitlilik oldu. Çok farklı büyüklükte birçok devlet kurulurken, sınırlarda sürekli bir dalgalanma yaşandı; kral ve mihraceler, federal biçimlerde bile bir araya gelmeye yanaşmadılar. Küçük kişisel krallıklar sık sık yıkılıp, yerlerine yenileri kuruldu.

Bu arada Hindistan yarımadasındaki kutsal kentler ve hac yerleri, geniş kapsamlı Sanskrit sözlü edebiyatı ve mitolojisi geleneği, brahma rahipleri ile siyasal önderler arasındaki işbirliği, kültür birliğini büyük ölçüde destekledi. Hindu dininin yeni halkları ve düşünceleri, kimliklerine zarar vermeden kendine uydurabilme yeteneği de, bu ortak kültürün sürmesine yardımcı oldu.

İSLÂM ETKİSİ

İslâm, Hindistan yarımadasına İ.S. 711 'de, genç bir Arap komutanı olan Muhammet Bin Kasım'ın savaşarak İndus vadisine ulaşmasıyla girdi. Sind devleti İslâm İmparatorluğu'na katılıp, halkı da İslâm dinini benimsediyse de, müslümanların Hindistan'ın içlerinde ilerlemesi için bir sıçrama tahtası işlevi görmedi. Buna karşılık, IX. ve X. yy'larda Arap tüccarları, güneybatı kıyısındaki limanlarda çok sayıda hinduya İslâm dinini benimsetmeyi başardılar. Kültürel etkilerse iki yönlü oldu.

Bu gelişmelere karşın, Hindistan'ın müslümanlar tarafından fethi, Araplar tarafından değil, İslâm dinini benimsemiş orta Asya halkları (Türkler, Afganlar, İranlılar ve Moğollar) tarafından gerçekleştirildi. Gazneli Mahmut (998-1030), günümüzde Afganistan topraklarında bulunan, Türk boylarının egemenliğindeki Gazne'den Pencab bölgesine bir dizi akın düzenleyerek, Hindistan yarımadasına bir giriş yolu açtı. Gazneliler Hindistan'da ilerledikçe, aşağı kastlardan pek çok hindu ve buddhacı (özellikle Bengal'de ve öbür doğu bölgelerinde), daha eşitlikçi bir topluma katılma ve güçlü orduların koruması altına girme umuduyla İslâm dinini benimsediler. Delhi Sultanlığı. Hindistan'daki ilk İslâm imparatorluğu 1206'da Delhi'de Kutbettin Aybek (ölümü 1210) tarafından kuruldu. Sınırları sürekli değişen bir devlet olan Delhi Sultanlığı ayrı sülalelerden (Muizziler, Halaclar, Tuğluklar, Seyyitler ve Ludiler) 34 sultan tarafından yönetildi. Tuğluk sülalesi döneminde Timur, sultanlığın her yanını yakıp yıktı (1389-99). 1526'ya kadar süren Ludiler sülalesi dönemindeyse, Delhi Sultanlığı batıda Pencab'dan doğuda Bihar bölgesine kadar yayıldı.

Türk-Hint imparatorluğu. Hindistan tarihinin en büyük imparatorluğunu kuran (1526'ya d. -1530) Babur'dan sonra, oğlu Hümayun ve soyundan gelenler, 1707'ye kadar imparatorluğun sınırlarını önemli ölçüde genişlettiler. Sülalenin başlıca hükümdarı Ekber Şah döneminde (1556'ya d.-1605), günümüzde Hindistan'da hâlâ yürürlükte olan pek çok uygulamanın temelini oluşturan bir yönetim örgütü kuruldu. Son derece hoşgörülü bir imparator olan Ekber Şah, yalnızca hindulardan vergi alınması sistemine son verip, mimarlık, sanat, edebiyat ve müzikte hindu ve İslâm motiflerinin birara-ya getirilmesi için büyük çaba harcadı.

Ekber Şah'ın oğlu Cihangir ve torunu Şah Cihan, eğlenceye ve içkiye düşkün kişiler olmakla birlikte, Şah Cihan büyük bir bayındırlık çalışması (Tac Mahal, vb.) başlatıp, bir yandan da Dekkan yaylasını imparatorluk topraklarına kattı. Ne var ki, yerine geçen oğlu Evrengzib'in ölümünden (1707) sonra, Türk-Hint İmparatorluğu hızla parçalandı. Bununla birlikte, sülalenin hükümdarları, 1858'e kadar Delhi'yi ellerinde tutmayı başardılar.

AVRUPA ETKİSİ

Avrupalıların Hindistan'la geniş kapsamlı ilişkileri, Portekizli denizci Vasco da Gama'nın 1498'de üç küçük gemiyle, güneybatı kıyısındaki Kaliküt'e ulaşmasıyla başladı. XVI. yy'da gerek Portekizliler, gerek HollandalIlar, Hindistan'ı sömürgeleştirmeye uğraştılarsa da, büyük bir başarı sağlayamadılar. Hintlileri zorla hıristiyanlaştırmak gibi yanlış bir siyasetin bedelini ödeyen Portekizliler, sonunda Hindistan'da yalnızca birkaç küçük toprak (Goa, vb.) elde edebildiler. Yerel dinlere karşı hoşgörülü olan HollandalIlar, Hollanda Doğu Hindistan Şirketi aracılığıyla  bir ticaret tekeli oluşturmaya çaba gösterip, büyük bir başarı elde edemeyince, XVII. yy'ın ortalarında çabalarını bütünüyle Endonezya'ya yönelttiler.

İngiliz Hindistan İmparatorluğu özel bir şirket tarafından kuruldu. Parlamentonun onayıyla İngiliz Doğu Hindistan Şirketi 1639'da Madras kıyısında dar ve kumluk bir şerit satın aldı; 1668'de kral Charles ll'den Bombay limanını kiralayıp, 1690'da da Evrengzib'den, çamurlu bir kıyı ovasında daha sonra Kalküta'ya dönüşerek bir yerleşme merkezi kurma izni aldı. Bu üç kıyı yerleşmesinde birer kale yapan İngilizler, ticaret etkinliklerini buralardan yürüttüler.

Fransızlar Hindistan'da bir ticaret imparatorluğu kurma girişimlerine yavaş başladılar. Gerçekten de, Fransız Doğu Hindistan Şirketi, İngilizlerinkiyle oranlanabilecek bir ticaret hacmi yaratmayı hiçbir zaman başaramadı. XVIII. yy'da Büyük Britanya da, Fransa da, Türk-Hint İmparatorluğu'nun parçalanmasıyla doğan iktidar boşluğunu doldurmak için yerel hükümetlerle ittifaklar oluşturarak ticari çıkarlarını korumaya çalıştılar. Fransızların Joseph François Dupleix'in komutasında Madras'ı ele geçirmeleri,iki Avrupa devletinin, Avusturya Veraset savaşlarının bir parçası olarak, 1746'da Hindistan'da karşı karşıya gelmesine yol açtı. 1761'de, Yediyıl Savaşları sırasında Fransızlar, Pondiçeri'yi İngilizlere bırakmak zorunda kaldılar ve 1763 barış antlaşmasından sonra, Hindistan'daki topraklarının büyük bölümünü yitirdiler.

İngilizlerin Fransızlara karşı yürüttüğü savaşların kahramanı Robert Clive, 1740 yıllarında genç bir muhasebeci olarak İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nde çalışmaya başlamış bir serüvenciydi. Clive en büyük zaferini Plassey çarpışmasında (1757) Türk-Hint İmparatorluğu valisini yenilgiye uğratarak kazandı. Plassey zaferiyle İngilizler, Ganj vadisindeki büyük zenginliklere siyasal açıdan fiilen egemen olurken, Doğu Hindistan'ın büyük kesimindeki toprak gelirlerini toplama hakkını da elde ettiler.

İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin bazı yöneticileri Hindistan'ın doğu kesimini oluşturan Bengal'i kendi yerleştirdikleri kukla hükümdarlar aracılığıyla yönetmeyi yeğleyip, bölge zenginliklerini kişisel çıkarları için kullandılar. Şirkette yolsuzlukların artmasını önlemek ve Hindistan yönetiminde reform yapmak amacıyla İngiltere parlamentosu, 1773'te bir kararname çıkardı ve Bengal valiliğine getirilen Warren Hastings, bu kararnameye dayanarak, İngiliz egemenliğinin idari temellerinin atılmasına yardımcı oldu. Hastings daha sonra da Hindistan genel valiliği (1773-85) yapıp, Clive'ın elde etmiş olduğu toprakların büyük bölümünde İngiliz egemenliğini sağlamlaştırdı. Türk-Hint İmparatorluğu'nun bütünüyle çökmesinden sonra İngilizlerin en önemli rakibi haline gelen Marathaların içişlerine müdahale etmek için İngiliz yasalarından yararlanmaya çalıştı. 1780 yıllarının başında Maisur kralları Haydar Ali ve oğlu Tippu Sultan'ın direnmelerini kırmayı başardı. Daha sonra ağır suç işlemekten ve görevini kötüye kullanmaktan parlamento önünde yargılandıysa da, aklandı (1795); ama uzun süren yargılanması, şirketin yolsuzluklara son vermek için ciddi girişimlerde bulunmasında önemli rol oynadı.

İNGİLİZ HİNDİSTANI

1786-1793 arasında Hindistan genel valiliği yapan Lord Cornwallis, İngiliz egemenliğini sağlam kurallara bağlayarak yerleştirdi. Şirketin yönetim ve ticaret işlevlerini birbirinden ayırdı; sivil hizmetler kurdu; ücretleri yolsuzluklara başvurmayı gerektirmeyecek ölçüde yükseltti; şirket memurlarının özel ticaret yapmalarını engelleyecek disiplin önlemleri aldı.

Ayrıca, yolsuzlukların yüksek boyutlara ulaşmasının Hintlilerle yakın ilişkilerden kaynaklandığına inandığından, üst yönetim görevlerindeki Hint kökenlileri uzaklaştırdı. Bu siyaset XIX. yy. boyunca İngilizler ile yanlarında çalışan Hintliler arasındaki toplumsal-ekonomik uçurumun derinleşmesine yol açtı. Barışın sağlanmasından ve bütün Hindistan yarımadasında sağlık hizmetlerinin kurulmasından sonra nüfus artışında başlayan hızlanma da, Hintlilerin yoksullaşmasında önemli rol oynadı. İngilizlerin Hindistan'da geniş kapsamlı bir sanayileşmeyi engellemeleri yoksulluğu daha da artırdı (İngiltere, sömürgeleri ekonomik bakımdan kendisine bağımlı kılan sistemi sayesinde, dünya çapında bir sanayi ülkesi haline gelmiştir).

1798-1805 arasında valilik yapan Lord Wellesey'in başlattığı yayılma siyaseti, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin Hindistan'ın beşte üçüne egemen olduğu, geri kalan beşte ikisininse İngiliz yönetimine iyice bağımlı 562 yerel yönetici tarafından yönetildiği XIX.yy'ın ortalarında, doruk noktasına ulaştı. Ne var ki, İngiltere'nin yayılma ve ayrıcalık siyasetine Hint geleneklerine ve dinlerine önem verilmemesinin de eklenmesiyle, ilk gerginlikler de başladı. Hintli seçkinler arasında İngiliz egemenliğine karşı düşünceler, özellikle, Lord Dalhouse'un valiliği sırasında (1848-56) arttı. 1857'de, patlak veren büyük Hindistan ayaklanması, 1858'de İngilizler tarafından bastırıldı. Bu arada ayaklanmanın dolaysız bir sonucu olarak, İngiltere, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin yetkilerinden çoğunu geri aldı. Ayaklanma ayrıca, Hintliler ile İngilizler arasındaki güvensizlik duygularının yaygınlaşmasına da yol açtı. Sonraki yüzyılda Hintlilerin yoksullaşması, ülkedeki İngiliz sömürgecilerinin zenginleşmesi arttıkça, bu duygular iyice kök saldı. 

ULUSÇU AKIM

Modern bir Hindistan devletinin Hindu ve Batı kültürlerinin en iyi yanlarını birleştireceğine inanan bir din reformcusu olan Rammohoun Roy'un XIX. yy'ın başındaki yazıları, Hindistan'da ulus bilincini başlattı. İngilizlerin yönetiminde reformlar yapılmasını isteyen ilk örgütler de yüzyılın başında kuruldu. Bu örgütler 1885'te, emekli bir İngiliz görevlisi olan Allan Octavian Hume (1829-1912) ile Bengalli önderler tarafından Hindistan Ulusal Kongresi adlı partide birleştirildi.

Hindistan Ulusal Kongresi (HUK), başlangıçta oldukça ılımlı isteklerde bulunarak Hintlilere yasama organlarında dahâ çok yer verilmesi, daha çok okul açılması, vb. reformları savundu. XX. yy'ın başlarında, Ingiltere de, Hintlilerin siyasete katılımlarını artırarak, HUK'nin isteklerini yerine getirme konusunda bazı girişimlerde bulundu. Ama HUK'nin aşırı kanadı, gün geçtikçe daha çok hak ve sonunda da tam bağımsızlık istemeye koyuldu. 1907'de parti, Gopal Krişna Gohale'nin (1866-1915) önderliğini yaptığı ılımlı grup ile Bal Gangadhar Tilak'ın yönetimindeki militan gruba bölündü. Aşağı yukarı aynı tarihlerde, HUK'de hinduların ağır basmasından hoşnut olmayan müslüman önderler de kendi ayrı ulusal örgütlerini (Müslümanlar Birliği) kurdular.

Hindistan'daki çeşitli ulusçu topluluklar, Birinci Dünya Savaşı'nda Büyük Britanya'yı desteklemek için 1916'da geçici olarak birleştiler. Ne var ki, ağırlığını gün geçtikçe artıran militan kanat, İngiltere'nin Hindistan'a ileride özyönetim hakkı tanınacağı yolundaki vaadini yeterli bulmamaktaydı. Üstelik, 1919'da siyasal etkinlikleri sınırlayan yasalar çıkarılması ve Amritsar'da sivil Hintlilere İngiliz birliklerinin ateş açması, İngilizlere karşı olanların sayısını hızla artırdı. 1920 yıllarında HUK, pasif direnişi ("satyagraha") yaygınlaştırdı. Gene 1920 yıllarında, müslümanların çoğu HUK'den ayrıldılar; ayrıca 1920 yıllarının sonunda Muhammet İkbal gibi müslüman önderler, ayrı bir müslüman devleti kurulması isteklerini başlattılar.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, bağımsız devletlerinin (Pakistan) kurulmasını isteyen Muhammet Ali Cin-nah'ın önderliğindeki müslümanlar, İngilizleri desteklediler. HUK'yse, "Hindistan'dan çıkın" sloganını benimseyerek İngiltere'nin Hindistan'dan çekilmesi isteklerini yinelerken, 1942'de Japonların Hindistan yarımadasına düzenledikleri saldırıya karşı hindular İngilizlerle işbirliği yapmayı reddedince, İngilizler çok sayıda önderi tutukladılar ve HUK'yi yasadışı ilan ettiler. Bu arada, Subhas Çandra Bose'nin yönetimindeki bir grup aşırı İngiliz düşmanı Hint ulusçusu, Birmanya'da ve Hindistan'da, Japonların yanında savaştı.

Savaş bittikten sonra İngiltere, Hindistan'a özyönetim hakkı tanıdı. Ama 1946 seçimlerinde Müslümanlar Birliği, müslümanların oylarının çoğunu alarak, yarımadanın müslüman ve hindu devletlerine bölünmesi sürecini hızlandırdı. Gandhi'nin bölünmeyi önleme çabalarına karşın, Ağustos 1947'de Hindistan ve Pakistan bağımsızlıklarını elde ettiler. Beş ay sonra Gandhi'nin bağnaz bir hindu tarafından öldürülmesiyle, Hindistan'ın ilk başkanlığına Cavaharlal Nehru getirildi. O sırada Doğu Pakistan ve Batı Pakistan'dan oluşan müslüman Pakistan'ın genel valiliğine de Cinnah atandı. 

BAĞIMSIZLIKTAN GÜNÜMÜZE 

Hindistan'ın egemen bir devlet olarak tarihi, 15 Ağustos 1947'de, Hindistan yarımadasının iki devlete ayrılmasıyla başladı. İngiliz Hindistanı'nın ikiye bölünerek, altı aylık bir süre içinde iki ayrı devlet oluşturulması kararı, kanlı olaylara yol açtı. Bağımsızlıktan sonra 17 milyon kadar hindu ve müslüman, doğdukları topraklardan ayrılıp, yeni vatanlarına doğru yürüyüşe geçtiler. Modern Hindistan'ın kurucusu olan Mahatma Gandhi'nin huzuru sağlama çabalarına karşın, bunu izleyen dinsel şiddet olaylarında en az bir milyon kişi yaşamını yitirdi ya da yaralandı. Gandhi de, 20 Ocak 1948'de, müslümanlara gereğinden çok yumuşak davrandığını düşünen militan bir Hindu tarafından öldürüldü.

1947'de başbakanlık görevini üstlenen ulusçu önder Cavaharlal Nehru, 1964'te ölünceye kadar görevini sürdürdü. Yeni yönetim, 500'ü aşkın küçük mihraceliği yeni bir devlette birleştirmeyi başarıp, 1962'de Portekiz'den Goa, Daman ve Diu'yu Fransızlardan da Pondiçeri, Karikal, Mahe ve Yanam'ı devralarak, sömürge döneminin son kalıntılarını da ortadan kaldırdı. Nehru, Hindistan'ı ekonomik bakımdan kendine yeterli bir devlet haline getirme çalışmalarını başlatıp, sonradan bağımsızlıklarını kazanan çok sayıda eski sömürgenin bir model olarak benimseyecekleri bağlantısız dış siyaset çizgisiyle, uluslararası alanda gücünün çok ötesinde bir rol oynadı. Bununla birlikte, Çin'le olan toprak anlaşmazlıkları 1962'de kısa bir sınır savaşına yol açarken, Nehru yönetimi, komşusu Pakistan'la da yakın ilişkiler geliştirmeyi başaramadı. Hindu bir mihrace tarafından yönetilen, halkının büyük bölümüyse müslüman olan kuzeydeki Keşmir devleti için verilen savaşım, bu iki ülke arasındaki çok sayıdaki silahlı çatışmadan ilkine (1947-49) yol açtı, içteyse, nüfusun % 40'ından çoğu, resmî yoksulluk sınırının altında kaldı.

Nehru'nun ölümünden sonra, başbakanlığa seçilen HUK partisinin başkanı Lal Bahadur Şastri, 1966'da, Keşmir yüzünden Pakistan'la yapılan ikinci savaşı bitiren barış antlaşmasının imzalanmasından kısa süre sonra ölünce, yerine Nehru'nun kızı İndira Gandhi parti başkanlığına ve başbakanlığa getirildi. Koyu bir ulusçu olan İndira Gandhi, Hindistan toplumunun yapısı konusunda babasından biraz daha gerçekçi davrandı ve emekçi sınıflar ile küçük köylülerin desteğini sağladı. Ayrıca Nehru'nun bağlantısızlık siyasetinin ilkelerine bağlı kalmakla birlikte, ABD'nin 1954'te soğuk savaş stratejisinin bir gereği olarak aldığı Pakistan'a önemli ölçüde askerî yardım yapma kararı nedeniyle, SSCB'yle ilişkileri sıklaştırdı. Bu arada Pakistan iç savaşında Hindistan'ın Doğu Pakistan'ı günümüzde bağımsız Bangladeş) desteklemesiyle, Hindistan-ABD ilişkileri 1971'de en gergin noktasına geldi. Gandhi'nin görev süresinin ilk on yılında, tarım üretimi arttı; Hindistan ilk nükleer bombasını patlattı (1974); Sıkkım Hindistan'ın bir eyaletine dönüştürüldü (1975). Bu arada bir türlü çözülemeyen ekonomik ve toplumsal sorunlar, marksçı partilerin güçlenmesine (Kerala ve Batı Bengal eyaletlerinde iktidara geldiler) ve aşırı maocu Naksalit Partisi'nin yandaşlarını az da olsa artırmasına yol açtı. İndira Gandhi'nin 1971'de yeniden başbakanlığa seçilmesinden sonra, Cayaprakaş Narayan gibi muhalefet önderleri, başbakanı yolsuzluk ve görevini kötüye kullanmakla suçlayıp, protesto yürüyüşleri düzenlediler ve iç huzursuzluklar çıkacağı tehdidinde bulundular. Buna karşılık, Haziran 1975'te Gandhi, cumhurbaşkanı Fahrettin Ali Ahmet'e olağanüstü hal ilan ettirmeyi başarıp, neredeyse diktatörce yetkiler elde etti. Muhalefet önderleri yargılanmaksızın cezaevine kapatıldı ve pek çok anayasal özgürlük kısıtlandı.

Mart 1977'de, belki de olağanüstü hal ilanıyla elde ettiği yetkileri yasallaştırmak için erken seçime giden İndira Gandhi, hiç beklemediği bir yenilgiye uğradı. İdeoloji açısından sosyalistlerden tutucu hindulara (Canata Partisi) kadar uzanan bir partiler koalisyonu iktidarı ele geçirdi. Gandhi'nin eski muhaliflerinden Monarci Desai başbakanlığa getirildi. Aynı yıl cumhurbaşkanı Fahrettin Ali Ahmet'in ölümüyle, cumhurbaşkanlığına Neelam Sancavi Reddi seçildi. Ne var ki, sorunları çözmeyi bir türlü başaramayan Desai'nin Temmuz 1979'da, yerine geçen Çeran Singh'in de ağustosta istifa etmesinden (ama Ocak 1980'e kadar vekâleten bu görevini sürdürdü) sonra, Ocak 1980'de yapılan seçimlerde Gandhi yeniden iktidara gelmeyi başardı.

1982'de Zail Singh'in cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle (ülkenin ilk sih cumhurbaşkanıdır) sihlerin Pencab'a daha çok özerklik istekleri ve bağnaz sih gençlerinin ayrı bir sih devleti (Halistan) kurmak için şiddet uygulamaları başladı. Yıllarca süren sih eylemleri, Haziran 1984'te Amritsar'daki Altın Tapınak'a ordu birliklerinin girmesiyle, ardından da Gandhi'nin muhafız birliğindeki sih koruyucuları tarafından 31 Ekim 1984'te öldürülmesiyle, doruk noktasına ulaştı. Hükümet Pencab'da gün geçtikçe tırmanan siyasal bunalıma çare aramaya çalışırken, Gandhi'nin o tarihe kadar siyasetle ilgilenmeyen büyük oğlu Raciv Gandhi başbakanlığa getirildi.

Raciv Gandhi'nin Kongre Partisi'nin Aralık 1984 genel seçimlerini ezici çoğunlukla kazanmasından sonra, 1987'de Ramasvami Venkataraman cumhurbaşkanı seçildi. Ne var ki çok geçmeden, Raciv Gandhi'nin yakın çevresinin yolsuzluklara karıştığı konusunda söylentiler yayılmaya başladı. 1987'de ve 1988'de muson yağmurlarının azlığı, Hindistan'ın XX. yy'daki en kötü kuraklığı yaşamasına yol açtıysa da, besin rezervleri ulusun bu kuraklık yıllarını atlatmasını sağladı. Gandhi'nin 1987'de Sri Lanka'ya bir "barış gücü" yollaması ve 1988'de Maldivler'de bir darbeyi önlemek için askerî müdahale kararı alması bazı komşuları tarafından eleştirilirken, ayrılıkçı sihlerin şiddet eylemleri de, merkezî hükümetin sert önlemler almasından ve 1987'de Pencab'daki seçimle işbaşına gelmiş eyalet hükümetinin görevine son vermesinden sonra da sürdü. Hindistan'ın başka yerlerinde de etnik topluluklar daha çok özerklik isteğinde bulunmaya başladılar. Merkezî hükümetin boyun eğerek kuzeydoğuda Naggaland ve Mizoram adlı yeni "etnik eyaletleri" kurmasına ve 1988'de Tripura'daki ayaklanmacılarla bir barış anlaşması yapmasına karşın, bu bölgelerdeki daha çok etnik ve siyasal yetki isteklerinin önü alınamadı. Darciling yönetim bölgesindeki Gurhalara da 1988'de yerel özerklik tanındı. Hindistan'ın kuzeydoğusundaki kabilelerin "Carkaland" adlı yeni bir eyalet kurulması istekleri Bihar, Orissa ve Batı Bengal'de de etkili olurken, Tamil Nadu eyaleti de daha çok özerklik istemeye koyuldu. Assam'daki yerel kabileler Bangladeş'ten gelen göçmenlere saldırırlarken, Andhra Pradeş ve Bihar'da, büyük toprak sahipleri ile aşağı kastlar arasında, çatışmalar oldu.

Kasım 1989 seçimlerinde Kongre Partisi'nin parlamentodaki çoğunluğunu yitirmesinden sonra Raciv Gandhi'nin istifa etmesini, V. P. Singh yönetiminde bir Ulusal Cephe azınlık hükümeti kurulması izledi. Mart 1990'da Sri Lanka'dan son Hint birliği de çekildi. Bu arada Cammu ve Keşmir'deki müslüman ayaklanması, Pakistan ile Hindistan arasında yeni bir çatışma çıkması tehlikesini yarattı. İç iktidar çekişmeleri sonucunda Sinğh'in 7 Kasım 1990'da istifa etmesinden sonra, Canata Dal'dan ayrılan Çandra Sehar'ın başbakanlığa getirildiği ülkede, bir seçim kampanyası sırasında Raciv Gandhi'nin öldürülmesinin (Haziran 1991) ardından, Kongre Partisi'nin başkanlığını üstlenen P. V. Narasimha Rao, partisinin seçimleri kazanmasıyla 21 Haziran'da başbakanlığa atandı ve aksayan ekonomiyi düzeltmek için çaba göstererek, serbest pazar iktisadına yönelik çeşitli reformlar yaptı. 16 Temmuz 1992'de S.D. Şarma, cumhurbaşkanlığına seçildi. Aralık 1992'de, bağnaz hinduların Ayuthia'daki bir camiyi bombalamaları, ülkede haftalarca süren, 1 200'e yakın kişinin ölümüyle ve 8000'e yakın kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan çatışmalara yol açtı. Şubat 1993'te Canata Partisi yandaşlarının Yeni Delhi'ye yürümeye kalkışmaları üstüne, güvenlik güçleri yaklaşık 40 000 kişiyi tutukladı. Mart 1993'te Bombay'da 13 bombalı terör eyleminde 200 kişinin ölmesi üstüne, hükümet bütün ülkede olağanüstü durum ilan etti.