Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Sendika

  • Okunma : 229
Sendika Resim

Sendika, işçilerin ortak ekonomik ve toplumsal çıkarlarını korumak ve iyileştirmek amacıyla bir araya gelerek kurdukları örgüttür. Her ne kadar işverenler de belirli işkollarında aynı amaçlarla kurdukları örgütlere “sendika” adı veriyorlarsa da, bu sözcük asıl işçi örgütlerini kapsar.

    Daha fazla ücret, daha iyi çalışma koşulları ve daha geniş toplumsal haklar için işverenlerle mücadele eden işçiler bu taleplerini ancak bir araya gelip örgütlendikleri zaman sağlayabilirler. İşverenlere karşı bu mücadeleyi işçilerin tek tek yürütmeleri onların pazarlık güçlerini çok azaltır. Sendikalar işçilerin bu nedenle bir araya gelerek kurdukları örgütlerdir ve işverenler karşısında, üye olan işçilerin tümünü temsil ederler.

    Sendikalar, ücret artışları başta olmak üzere, üyelerinin çeşitli hakları için işverenlerle belirli dönemleri kapsayan sözleşmeler imzalar. Buna toplusözleşme denir. Bu sözleşmeler imzalanmadan önce işverenle ücret düzeyleri ve öbür haklar için görüşmeler ve pazarlıklar yapılır. Eğer bu görüşmeler sırasında taraflar arasındaki anlaşmazlıklar giderilemezse sendika grev kararı alır. Grev sendikaya üye işçilerin çalışmaması anlamına gelir ve işçilerin işverenleri anlaşmaya zorlamak için sahip oldukları en önemli araçlardan biridir.

    Sendikaların görevi toplusözleşmenin imzalanmasıyla bitmez. Anlaşmaya varılan konuların işverence uygulanmasını da denetler. Sendikalar bu amaçla her işyerinde işçilerin kendi aralarında seçtikleri bir ya da daha fazla işyeri temsilcisi atar. İşyeri temsilcileri toplusözleşmeyle belirlenen koşulları işverenin sağlayıp sağlamadığını denetler ve işveren karşısında tüm üye işçileri sendika adına temsil eder. Gelişmeleri sendikaya bildirir. Sendikalar ayrıca üyelerinin tek tek çıkarlarını da savunurlar. Örneğin yasaya aykırı olarak ve haksız yere işten atılan bir işçinin yasal haklarını korumak için dava açar ve avukatlarını görevlendirir ya da işverenin ihmali sonucu gerekli önlemlerin alınmaması nedeniyle iş kazası geçiren üyesinin yasal haklarını savunur, onları almak için dava açar, tüm olanaklarını kullanır.

    Sendikalar bu hizmetleri üyelerinden topladığı ödentilerle yerine getirir. Ödenti dışında bazı toplumsal etkinliklerden gelir elde ederse de asıl dayandığı parasal güç üye ödentileridir.

    İşçilerin ekonomik çıkarlarını korumak ve çalışma koşullarını iyileştirmek amacıyla örgütlenmelerinin tarihi ortaçağa kadar uzanır. O günlerdeki örgütler çağdaş sendikalara benzemiyordu. Ama günümüzdeki işçi sendikalarının ataları denebilecek bu örgütlerin de ana kuruluş amaçları benzer temel isteklere dayanıyordu: Daha çok ücret, daha iyi çalışma koşulu, daha iyi yaşam. Bu ilk örgütler, lonca sistemi içinde kendi işyerini açacak parası olmadığı için ustasının yanında kalarak ücret karşılığı çalışan kalfalarca oluşturulmuştu.

    Bunlar, içlerinden biri haksızlığa uğradığında işi bırakmaya yemin etmiş kalfaların oluşturduğu bir örgüttü. 16. yüzyılda Lyon matbaalarında bir anda bütün çalışmanın kesilmesi için tek bir kalfanın bir ustadan şikayetçi olması yetebiliyordu. Örgütün bir adı, belli önderleri ve herkesin katıldığı ortak kasası vardı. Genel eğilim işi bırakma eylemine katılmayanlara karşı zor kullanmaktan yanaydı, ama bu hiçbir zaman gerçekleşmedi, çünkü tüm çalışanlar işi bırakmaktaydı.

    Sendikacılığın beşiği sayılan İngiltere’deyse ilk işçi örgütleri birlikler ve dayanışma örgütleri biçiminde, Sanayi Devrimi’nin ürünü olarak 18. yüzyılda ortaya çıktı. Sanayi Devrimi’yle buhar gücü insanın kullanımına sunuldu. Böylece makineler buhar gücüyle çalıştırılmaya ve sınırlı sayıda işçinin çalıştığı atölyelerin yerini çok sayıda işçinin çalıştığı fabrikalar almaya başladı. Sanayi Devrimi’nden önce insan ve hayvan gücüne dayalı aletlerle üretim gerçekleştirildiği için üretim düşüktü. Ama fabrika sisteminde makinelerle çalışılması ve iş bölümü üretimde büyük bir artış sağlamıştı. Ayrıca fabrika sisteminde çok daha fazla sayıda işçiye gereksinim duyulmaktaydı. Böylece toplum içinde işçilerin sayısı giderek artmaya başladı. Bu ise sanayinin geliştiği kentlerin çevrelerinde büyük işçi yerleşimlerinin doğmasına yol açtı.

    İşçiler son derece ağır koşullar altında çalışmakta, buna karşılık çok düşük ücret almaktaydılar. Günlük iş süresi 12 ile 16 saat arasında değişiyordu. Örneğin Manchester yakınındaki bir fabrikada dokumacılar 30°C-35°C sıcaklıkta ve su içme izni olmaksızın, 14 saat çalışmaktaydılar. Ama işçinin eline kendini ve ailesini geçindirecek para geçmiyordu. Bunun sonucu olarak kadın ve çocuklar da fabrikalarda çalışmaya başladılar. Ayrıca kadın ve çocuklara ödenen ücretler çok düşük olduğu için özellikle çalışan çocuk sayısı son derece arttı. 7 ile 15 yaş arasındaki bu çocuklar sabah beşten akşam sekize kadar 15 saat çalıştırılmaktaydılar.

    Sanayi Devrimi işverenler ile işçiler arasındaki kutuplaşmanın daha da artmasına yol açtı. Daha çok para kazanmak için işverenler ücretleri düşük tutmakta, çalışma saatlerini uzatmakta ve ucuz olduğu için çocukları çalıştırmaktaydılar. Fabrika sahipleri için belli bir sermayeyi temsil eden makineler boş durmamalı, çalışmalıydı. Ayrıca yeni makineler bulunmadan, var olan makinelerden sonuna kadar yararlanmak istiyorlardı. Bu nedenle de çalışma saatlerini uzun tutuyorlardı. Makinelerin bakımına insanlarınkinden daha fazla önem veriliyordu.

    Bu koşullar altında İngiltere’de işçiler daha fazla ücret almak, daha kısa çalışmak ve çalışma koşullarını iyileştirmek için 17. Yüzyılın sonlarında başladıkları mücadeleyi 18. yüzyıl boyunca sürdürdüler. İşçiler önceleri geçici birleşmelerle çıkarlarını korumaya çalıştılar. Daha sonra sürekliliği olan birlikler, dernekler kurmaya başladılar. İşçiler işyerleriyle ilgili sorunlarını bu örgütlere getirirlerdi. Ama 18. yüzyılın başında çıkartılan bir yasayla önce işçiler arasındaki her tür güç birliği, yüzyılın sonunda ise her türlü işçi örgütü yasaklandı. Ama işçiler bu yasağa karşın örgütlerini korudular ve örgütlenmelerini sürdürdüler. 19. yüzyılın başında işçilerin serbestçe örgütlenebilmeleri doğrultusunda başlatılan mücadele sonunda 1824’te işçilere de örgüt kurabilme özgürlüğünü veren yasa çıkarıldı. Ne var ki, bu yasaya karşın işçilerin örgütlenmeleri ve etkinlikte bulunmaları zordu. Örneğin 1834’te Dorset’e bağlı Tolpuddle köyünde, Tolpuddle Kurbanları olarak anılan altı işçi bu tür çalışmalarından ötürü Avustralya’da yedi yıl sürgün cezasına çarptırılmıştı. Bütün baskılara karşın işçi birlikleri büyük gelişme gösterdiler. Ulusal federasyonlar kuruldu. İngiltere’de sendika kurabilme ve sendikal etkinliklerde bulunabilme haklarını işçiler 1871 ve 1875 yıllarında çıkartılan yasalarla elde edebildiler.

    Öbür ülkelerde de işçiler sendika kurabilme hakkını elde edebilmek için uzun ve zor bir mücadele verdiler. ABD’de sendikalar 18. yüzyılın ikinci yarısında kurulabilme olanağı buldu. Ama işçiler birlikte mücadele etmeye başlayıp genel grev gibi çeşitli etkinliklerle ücret zammı isteklerini yoğunlaştırınca işverenler işçi eylemlerinin yasadışı olduğunu iddia ederek sendikaların kapatılması için mahkemelere başvurdular. Sendikaların varlığını ve eylemlerini yasadışı bulan mahkemeler bunları 19. yüzyılın başında kapattılar. 1842’de Massachusetts Yüksek Mahkemesinde alınan bir kararla sendikalar yasal örgütler olarak kabul edildiyse de bu konudaki anlaşmazlık 19. yüzyıl boyunca sürdü. İç savaşı izleyen yıllarda ABD’de hem sendikal örgütlenme hem de sendikal haklar doğrultusunda büyük mücadeleler verildi ve çok önemli haklar elde edildi. Örneğin 1 Mayıs 1886’da Amerikan İşçi Federasyonu (AFL) sekiz saatlik işgünü için genel grev ilan etti. Chicago kenti genel grevin odak noktasıydı. Bu kentte gösteri yapan işçilere polisin ateş açması üzerine kanlı olaylar çıktı. Ama polis olayların sorumlusu olarak işçileri suçladı. Tutuklanan sekiz işçinin dördü idam edildi, dördü ise ağır hapis cezasına çarptırıldı. Amerikan İşçi Federasyonu 1890’dan başlayarak sekiz saatlik işgünü kabul edilinceye kadar her yıl 1 Mayıs’ta gösteri yapılmasını kararlaştırdı. 1889’da ABD’li işçilerin aldığı bu kararın uluslararası düzeyde uygulanması benimsendi. Böylece 1 Mayıs ABD’li işçilerin yanı sıra Avrupalı işçilerin de eylem günü oldu. Daha sonraki yıllarda sekiz saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edildi. Ama işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliği kazanan 1 Mayıs günümüzde de pek çok ülkede kutlanmaktadır.

Türkiye'de Sendikalar

Türkiye’de işçilerin ekonomik ve toplumsal çıkarlarını korumak amacıyla örgütlenmeleri 19. yüzyılın sonlarında başlar. Osmanlı İmparatorluğunun sanayileşme sürecine geç girmesi işçilerin sayısının sınırlı kalmasına yol açmıştı. Ama özellikle İstanbul’da yabancı şirketlere bağlı işyerlerinde gittikçe artan sayıda işçi çalışmaktaydı. 18. yüzyılın ortalarında bu işçiler tıpkı İngiltere ve ABD’de olduğu gibi daha fazla ücret, daha iyi çalışma koşulları için grevlere başvurdular. 1872 Ocak ayında tersane işçilerince gerçekleştirilen ilk grevi bir grev dalgası izledi. Henüz sendika biçiminde örgütlenme olmadığı için işçiler gezici birlikler, grev komiteleri ya da derneklerde bir araya geliyorlardı. 1866’da batının etkisinde kalan aydınlarca Ameleperver Cemiyeti kurulmuştu, ama bu örgüt yoksul işçilere yardım etmeyi, işsizlere iş bulmayı amaçlayan hayırsever bir dernek olmaktan öteye geçemedi. Ayrıca o günlerde Abdülhamid döneminin baskıcı yönetimi her türlü örgütlenmeyi yasaklamıştı. Buna karşın, 1894’te Tophane’deki fabrikalarda çalışan işçiler gizlice Osmanlı Amele Cemiyeti’ni kurdular. Ama derneğin yöneticileri bir yıl sonra yakalanarak sürgüne gönderildiler.

    İşçilerin örgütlenmeleri, demek kurma hakkının tanındığı 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birden hızlandı. Aynı yılın ağustos ve eylül aylarında işçilerin yoğun olduğu büyük kentlerde bir grev dalgası yükseldi. Bu durum karşısında kârlarında düşme olan ve işçileri kendi belirledikleri koşullarda çalıştırmaya alışmış yabancı şirketler Osmanlı yöneticilerine başvurarak acele önlem alınmasını istediler. Sonunda ekim ayında bir geçici yasa, 1909 ortalarında ise Tatil-i Eşgal Kanunu ile işçilerin örgütlenmelerine önemli kısıtlamalar getirildi. Bu arada, 1908’de kurulan Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti’nin yanı sıra tramvay, basım, demiryolu, tütün, maden gibi değişik işkollarındaki işçiler sendikalarda ya da sendika dışı işçi kuruluşlarında örgütlenmişlerdi. Tatil-i Eşgal Kanunu işçilerin örgütlenmelerine ve etkinliklerine büyük sınırlamalar getirmekle birlikte tümüyle engel olamadı.

    I. Dünya Savaşı (1914-18) süresince işçi hareketlerinde bir gerileme ve işçi örgütlerinde bir dağılma yaşandıysa da savaş sonrasında yeniden bir hareketlenme gözlendi. Savaş süresince yaşamlarını sürdürebilen işçi örgütleri eylem ve etkinliklerini canlandırırken yeni işçi örgütleri de kuruldu. 1913’te kurulan Türkiye İşçi Derneği, Şefik Hüsnü’nün (Deymer) başkanı olduğu Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın paralelinde hareket etmekteydi. Daha çok devlet fabrikalarında örgütlenmiş olan bu derneğin yanı sıra, İstanbul’da Beynelmilel İşçi İttihadı adı altında birleşen deniz işçileri, marangozlar ve yapı işçilerinin örgütlerinden başka Mürettibin-i Osmani Cemiyeti, Tütün Rejisi İşçileri Cemiyeti gibi örgütler de çalışmalarını sürdürmekteydi. Ayrıca İzmir, Edirne, Zonguldak, Eskişehir, Adana, Konya ve Bursa’da da değişik işkollarında örgütler kurulmuştu. Türkiye İşçi Derneği’nin bu işçi örgütlerinin bir “birlik” oluşturmasına yönelik girişimi başarılı olamadı.

    Kurtuluş Savaşı sırasında yalnızca Türkiye İşçi Derneği ile Beynelmilel İşçi İttihadı adlı örgütler varlıklarını koruyabildiler. Cumhuriyetin ilanından sonra yürürlüğe giren 1924 Anayasası toplanma ve dernek kurabilme hakkı kapsamında sendika kurabilme hakkını da öngörmekteydi. Bu arada İstanbul Amele Birliği gibi örgütler kurularak siyasi iktidarla uyumlu bir işçi hareketi yaratılmaya çalışıldı. 1923’te Türkiye İşçi Birliği’nin kapatılması üzerine aynı yıl Amele Teali Cemiyeti adıyla yeni bir örgüt kuruldu. Bu arada, Türkiye ölçeğinde bir örgüt oluşturmak için, İstanbul Amele Birliği Anadolu’daki birkaç örgütle birleştirilerek Türkiye Amele Birliği kuruldu.

    Bu dönemin önemli olaylarından biri 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’ydi. Bu kongrede öbür toplumsal kesimlerle birlikte işçiler de temsil edilmişti. Kongrede işçilerle ilgili olarak 1 Mayıs’ın işçi bayramı kabul edilmesi, amele yerine işçi sözcüğünün kullanılması, çalışma yaşamıyla ilgili çeşitli yasaların çıkartılması ve sendika hakkının tanınması gibi kararlar alındı. Ama sendikal örgütlenmeye ve etkinliklere olanak tanıyan bu ortam uzun sürmedi. 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile sendikal etkinlikler yasaklandı. 1928’de Amele Teali Cemiyeti’nin de kapatılmasıyla Türkiye’de sendikal yaşama uzunca bir süre ara verildi. 1933’te Ceza Yasası’nda yapılan bir değişiklikle grev suç olarak kabul edildi. 1938’de yürürlüğe giren Cemiyetler Kanunu ise işçilerin sendikalarda örgütlenmesini tümüyle yasakladı.

    II. Dünya Savaşı (1939-45) sonrasında 1946’da çok partili yaşama geçilmesiyle bazı yasalarda yapılan değişiklikler sendikal hareketin yeniden canlanmasına yol açtı. Bu dönemde uluslararası alanda her yönden demokratik bir ülke görünümü kazanmaya özen gösterilmekteydi. Türkiye Birleşmiş Milletlere ve bundan ötürü Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) üye olunca sendikal örgütlenmeyi yasaklayan yasalar da değiştirildi. Bu gelişmenin sonunda kısa sürede Türkiye İşçiler Derneği, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği gibi sendikaların da içinde bulunduğu 100’e yakın sendika kuruldu. Ama Aralık 1946’da Sıkıyönetim Komutanlığı, siyasetle uğraştıkları gerekçesiyle birçok sendikayı kapattı. 1947’de, içinde toplu sözleşme, grev gibi hakların yer almadığı ve sendikaların siyasetle uğraşmasını yasaklayan Sendikalar Kanunu çıkartıldı. “1947 Sendikacılığı” olarak anılan bu sendikacılık anlayışına karşı çıkan işçiler Hür İşçi Sendikaları Birliği’ni kurdular. Bu yeni örgüt, iktidara geldiğinde grev ve toplu sözleşme hakkını tanıyacağını açıklayan muhalefetteki Demokrat Parti’yi desteklemekteydi. Ama 1950 seçimlerini kazanmasına karşın Demokrat Parti bu hakkı tanımadı. 1952’de ilk işçi konfederasyonu olan Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) kuruldu. O günkü yasal koşullar ve kamu kesiminde örgütlenmeye izin verilmemesi sendikal hareketin cılız kalmasına yol açtı.

    27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra hazırlanan ve temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan 1961 Anayasası Türkiye sendikal hareketi için bir dönüm noktası oldu. Yeni anayasa tüm çalışanlar için sendika kurma özgürlüğü, işçilere toplu pazarlık ve grev hakkı getiriyordu. Ne var ki, yürürlükteki İş Kanunu’nda grev yasağı sürmekteydi ve anayasaya uygun yeni iş yasasının hazırlanması geciktirilmekteydi. Bu nedenle işçiler yeni bir yasanın hazırlanması için girişim ve eylemlere başladılar. Bunlardan, Kavel işçileriyle Zonguldak kömür ocaklarında çalışan işçilerin gerçekleştirdikleri direnişler kamuoyu üzerinde de etkili olunca 274 sayılı Sendika Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu 1963’te yürürlüğe girdi. Bu yasalarla işçilere grev hakkı tanınıyor, sendikal ödentilerin işverence kaynaktan kesilerek işçi sendikalarına aktarılması sağlanıyordu. Böylece sendikalar, grev hakkına sahip oldukları için, toplu pazarlık sürecinde işveren karşısında daha güçlü bir konuma gelirken, üye ödentisi toplamak gibi güç bir parasal sorunu da kökünden çözmüş oluyorlardı. Bu, sendikaların güçlenerek bir baskı grubu durumuna gelmesine yol açtı. Öte yandan 1965’te memurlara da sendika kurma hakkının tanınmasıyla Türkiye Öğretmen Sendikaları Konfederasyonu (TÖS) gibi güçlü örgütler doğdu.

    Sendikaların grev hakkına sahip, toplu sözleşme yapan örgütler durumuna gelmesi sendikalı işçilerin daha yüksek ücret almalarına ve daha iyi koşullarda çalışmalarına yol açtı. Bunun sonucu olarak da işçilerin sendikalaşması hızlandı. Bu dönemde TÜRK-İŞ hızla gelişen bir örgüt durumundaydı. Ama, içinde belirli görüş ayrılıklarını da taşımaktaydı. TÜRK-İŞ yönetimi çalışma yaşamında daha uzlaşmacı bir tutum takınmaktan yanaydı. İşçilerin demokratik haklarının sağlanmasını geri plana atmakta, 1947 sendikacılığını benimsemekteydi. Ayrıca 1965’ten sonra yönetim ABD hükümetinin çeşitli organlarıyla ve sendikalarıyla yoğun bir ilişki içine girmişti. Bir yandan bazı sendika yöneticileri eğitim için ABD’ye gönderilirken, öte yandan sendika çok büyük tutarlarda ABD yardımı almaktaydı. TÜRK-İŞ üzerindeki bu ABD etkisi TÜRK-İŞ yönetiminin partiler üstü bir politika izleme kararı almasına yol açtı. Bunun anlamı sendikaların siyasal bir güç ya da baskı grubu olmasının engellenmesiydi. Oysa 1961 Anayasası sendikaların siyasal alanda etkin bir demokratik güç olarak işlev görmelerine olanak sağlamaktaydı. 1966’da toplanan TÜRK-İŞ 6. Genel Kurulu’nda yönetimin bu görüşlerini paylaşmayan bir grup TÜRK-İŞ üyesi sendika yöneticisi bu örgütten ayrılarak bağımsız sendikalarla birlikte 1967’de Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonumu (DİSK) kurdular.

    DİSK kurulmasını izleyen günlerde hızlı bir gelişme gösterdi. Özellikle TÜRK-İŞ’e bağlı sendikalardan kitlesel katılımlar oldu. Hükümet 1970’te DİSK’in bu gelişmesini önlemek için 274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklikler yaparak sendikal örgütlenmeler konusunda birtakım kısıtlamalar getirdi. Örgütlenme haklarına getirilen bu kısıtlamalar işçiler tarafından tepkiyle karşılandı; İstanbul ve Kocaeli’de 15-16 Haziran 1970’te on binlerce işçinin katıldığı büyük protesto gösterileri düzenlendi. Ayrıca hükümetin yaptığı değişiklikler muhalefet partilerinin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi. Bu arada TÜRK-İŞ içinde sendika yönetimine karşı bir sosyal demokrat muhalefet de başlamıştı.

    12 Mart 1971 askeri müdahalesinin grevleri yasaklaması ve toplu sözleşme düzenini askıya alması sendikal örgütlenmede bir duraklama yarattı. Ayrıca bu dönemde anayasada yapılan değişiklikle sendika hakkının “çalışanlara” değil de “işçilere” tanınması, memurların sendika kurma hakkını ortadan kaldırıldı. 1973 seçimlerinden sonra sendikal yaşamda yeniden bir canlanma başladı. Bazı işyerlerinde TÜRK-İŞ’ten DİSK’e doğru kayışın doğurduğu yetki anlaşmazlıkları üzerine, DİSK işçilerin diledikleri sendikayı özgürce seçebilmeleri için referandum hakkının alınması yolunda bir mücadele başlattı. 1976’da bağımsız Tekstil ve Bank-Sen sendikalarıyla TÜRKİŞ’e bağlı Genel-İş Sendikası DİSK saflarına geçti. Bu dönemde Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) ile Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ) adıyla iki yeni konfederasyon daha kuruldu.

    12 Eylül 1980 askeri müdahalesinin ardından sendikal yaşam tam bir durgunluk içine girdi. DİSK ve MİSK kapatıldı. DİSK yöneticileri tutuklandı ve mallarına el kondu. Grev ve toplu sözleşme haklarının kullanılması durduruldu. Toplu iş uyuşmazlıklarını çözme yetkisi yönetimce Yüksek Hakem Kurulu’na verildi. Bu dönemde TÜRK-İŞ yönetimi askeri yönetimi destekleyerek oluşturulan hükümete Sosyal Güvenlik bakanı olarak TÜRK-İŞ genel sekreteri Sadık Şide’yi verdi.

    1982 Anayasası ve ona uygun olarak çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı yasalar sendikal örgütlenme ve sendikal etkinlik alanlarını önemli ölçüde kısıtladı. 1961 Anayasası’nın sağladığı birçok hak geri alındı. Sendikalara genel grev, siyasal grev, dayanışma grevi, hak grevi yapma yasakları getirildi. Hükümetin grev erteleme yetkisi genişletildi. Grevlerin yasaklanması durumundaki anlaşmazlığı çözmede Yüksek Hakem Kurulu yetkili kılındı. Sendikaların siyasetle ilgilenmesi yasaklandı. Kısaca, 1982 Anayasası’nın getirdiği yeni yapı içinde sendikaların işlevleri kısıtlandı.

Sendika Resimleri