Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Servet-i Fünun

  • Okunma : 220

Servet-i Fünun, Türk edebiyatında hem bir dergi, hem bir edebiyat hareketi olarak yer alır. Servet-i Fünun (fenlerin zenginliği) başlangıçta fen alanındaki konularda bilgi vermek için kurulmuş, çeşitli nedenlerle yayımına zaman zaman ara vermekle birlikte, 1891-1944 arasında yayımlanmış bir dergidir. 1896-1901 yılları arasında Servet-i Fünun dergisi çevresinde toplanan genç edebiyatçıların oluşturduğu edebiyat hareketine de “Servet-i Fünun edebiyatı” adı verilir. Batı edebiyatı etkisinde gelişen, kısa sürmesine karşın çok etkili olan bu hareketi gerçekleştiren yazarlar, yapıtlarını “Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi” adı altında yayımladıkları için bu topluluk “Edebiyat-ı Cedide” (yeni edebiyat) olarak da adlandırılır.

    Servet-i Fünun edebiyatının oluşumunda Tanzimat dönemi yazarlarından Recaizade Mahmud Ekrem’in büyük payı vardır. R. M. Ekrem’in “Kafiye göz için değil kulak içindir” görüşünün tartışılması, bu topluluğun doğmasına ortam hazırladı. Servet-i Fünun döneminin döneminin, R. M. Ekrem’in Mekteb-i Sultani’den (Galatasaray Lisesi) öğrencisi olan Tevfik Fikret’in 1896’da Servet-i Fünun dergisinin edebiyat bölümü yöneticiliğine getirilmesiyle başladığı kabul edilir. Bir edebiyat dergisine dönüştürülmek istenen derginin yöneticiliğine getirilen Tevfik Fikret’in çevresinde kısa sürede, Mektep dergisinde yazan yenilikçi yazarlar da yer aldı. Böylece Servet-i Fünuncular edebi bir topluluk haline geldi.

    Servet-i Fünun edebiyatı Tanzimat edebiyatına tepki olarak doğdu. Tanzimat edebiyatını oluşturan yazarlar da Divan edebiyatına karşı tavır almışlardı. Ama eski kültürle yetiştikleri için batı edebiyatından etkilenmeleri ve yararlanmaları sınırlı kaldı. Edebiyatta istedikleri değişimi sağlayamadılar. Bu durumu kavrayıp değerlendiren Servet-i Fünuncular batı bilim ve sanatında gördükleri yenilikleri kendi ülkelerine taşırken yeni denemelere girişmekten de geri kalmadılar. Sözgelimi Fransız edebiyatındaki Parnasse (Parnas) hareketini örnek aldılar ve bu hareketten etkilendiler. Parnasse hareketini başlatanlar da 1860’ta Parnasse adlı derginin çevresinde toplanmışlardı. Servet-i Fünuncular ayrıca batı bilim, kültür ve sanatının temel yapıtlarını çevirmişler, Osmanlıca’da “hikmet-i bedayi” diye adlandırılan “estetik”ten ilk kez söz etmişlerdir. Servet-i Fünuncular’ın batı edebiyatını, özellikle de Fransız edebiyatını örnek alarak şiirler, öyküler ve romanlar yazmaları yenilik yanlılarınca büyük bir ilgiyle karşılanırken, tutucu ve gelenekçi çevrelerin tepkilerine yol açtı. Bu çevreler Servet-i Fünuncular’ı Fransız edebiyatını örnek aldıkları için eleştiriyorlardı. Gene bu çevrelere göre Servet-i Fünuncular yapay, anlaşılmaz bir dil oluşturuyor, yeni imge ve simgelerle örülü, kapalı bir şiir yaratıyorlardı. Tanzimatçılar da Servet-i Fünuncular’ı eleştirmekte gecikmediler. Ahmed Midhat Efendi 14 Mart 1897’de Sabah gazetesinde yayımladığı “Dekadanlar” başlıklı yazısında, Servet-i Fünuncular için, Fransa’da Sembolist (Simgeci) yazar ve şairlere uygun görülen, giderek onları suçlamak için kullanılan “dekadan” nitelemesini kullanıyordu. Servet-i Fünuncular’ın özellikle şiirlerindeki anlam kapanıklığını eleştiriyordu. Zamanla “dekadan” sözü öylesine kabul gördü ki, gülmece yazarları dekadan sözcüğünü “içkici, içki içen” anlamında “tek atan” olarak değiştirmişlerdi. Ama çok kısa bir süre sonra, Ahmed Midhat Efendi 4 Aralık 1898’de Tarik gazetesindeki “Teslim-i Hakikat” adlı yazısında Servet-i Fünuncular’ın Türk edebiyatının yenileşmesindeki katkılarını kabul etmek zorunda kalmıştı.

    Servet-i Fünuncular bir yandan bu eleştirilere yanıt veriyor, öte yandan da kendi bütünselliklerini korumaya çalışıyorlardı. Ne var ki, kendi içlerindeki anlaşmazlıkların giderilmemesi, Tevfik Fikret’in yönetimle ilgili bir sorun yüzünden dergiden 1901’de ayrılması çözülmeyi hızlandırdı. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fransızca’dan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı yazı yüzünden dergi 16 Ekim 1901’de kapatılınca, topluluk dağılma sürecine girdi. II. Abdülhamid yönetiminin bazı yazarları İstanbul dışına göndermesi ile topluluk tümüyle dağıldı ve böylece Servet-i Fünun dönemi kapanmış oldu. Servet-i Fünun dergisi de eskiden olduğu gibi fen konularını işleyen bir dergi olarak yayımını sürdürdü.

    Servet-i Fünun döneminde “sanat sanat içindir” ilkesi benimsenmişti. Servet-i Fünuncular’a göre her şey şiire konu olabilirdi. Ama bu dönem şiirlerinde aşk, doğa, aile yaşamı gibi konular ağır basmıştır. Bu dönem şairleri aşkı romantik açıdan değerlendirmiş, doğayı da kendi duygu ve düşünceleriyle özdeşleştirerek ele almışlardır. Toplumsal sorunlara pek yer veremeyişleri bir yandan siyasal baskıyla, öte yandan da kendi içe dönük mizaçlarıyla yakından ilgilidir. Gerçek mutluluğu doğada ve düş dünyasında aramaya koyulmuşlardır. Bir ara Manisa yakınlarında bir çiftliğe çekilmeyi ya da Yeni Zelanda’ya gidip orada yaşamayı düşledikleri de bilinmektedir. Şiirlerinde hüznün yoğunluğu, mutlu olamadıklarının göstergesidir. Servet-i Fünuncular şiirlerinde Fransız şiirinde görülen “sone”yi, Divan şiirindeki müstezadın farklı bir biçimi olan “serbest müstezat”ı ve kendi buldukları nazım biçimlerini kullanmışlardır.

    Servet-i Fünuncular’ın şiirlerinde sözcüklerin kullanılış biçimi alışılmışın dışındaydı. Başka türlü söylersek, şiirin kendine özgü bir sözlüğü olmalıydı. İmgeleme biçimi konusunda da Fransız şiirinden esinledikleri için, yeni bir şiir dili yaratmaya çalıştılar. Bu arada Türkçe’ye yeni Arapça ve Farsça sözcükler soktular. “Şegap” (çılgınca sevgi), “tiraje” (gökkuşağı) gibi sözcükler buna örnek verilebilir. “Saat-ı semen-fam” (yasemin renkli saatler), “lerze-i ruşen” (parlak titreyiş) gibi yadırgatıcı, alışılmadık tamlamalar türettiler. Aruz ölçüsünün değişik kalıplarını kullandılar; anlamın beyitte tamamlanması kuralını ortadan kaldırdılar; cümleleri sonraki dizelerde de devam ettirdiler; yüklemsiz cümleler kurdular; uzun cümleler arasına küçük cümleli dizeler eklediler; karşılıklı konuşmalara yer verdiler. Servet-i Fünun şiirine damgasını vuran şairler arasında özellikle Tevfik Fikret (1867-1915), Cenab Şahabeddin (1870-1934), Hüseyin Siret (Özsever) (1872-1959), Hüseyin Suat (Yalçın) (1867-1942), Ali Ekrem (Bolayır) (1867-1937), Süleyman Nazif (1869-1927) ile Süleyman Nesip takma adını kullanan Süleymanpaşazade Sami (1866-1917) anılabilir.

    Türk roman ve öyküsünün Servet-i Fünun döneminde gerçek kimliğini yetkin yazarların yapıtlarıyla bulduğu söylenebilir. Özellikle Fransız romancılarını yakından tanıyan, iyi okuyan ve bazen de çeviren Servet-i Fünun yazarları Gerçekçilik (Realizm) ve Doğalcılık (Natüralizm) akımlarından oldukça etkilenmişlerdir. Yapıtlarında bu akımların genel özellikleri kolaylıkla görülebilir. Bu dönemde artık Tanzimatçıların roman tekniğindeki acemilikleri aşılmıştır. Servet-i Fünuncular tekniği sağlam, kurgusu eksiksiz romanlar yazmada ustalaşmışlardır. Gereksiz betimlemeler yapmıyor, ayrıntıda boğulmuyor, konu dışı bilgiler verme bilgiçliğinden de kurtuluyorlardı. En önemlisi de, romanlarında kendi kişiliklerini gizlemesini bilmeleri, roman kahramanlarını da doğal ve toplumsal çevreleriyle vermeye çalışmalarıdır. Roman kişileri kendi kişilikleriyle, kimlikleriyle romanda yerlerini alıyorlardı.

    Servet-i Fünuncular’ın roman ve öykülerinin konularını çoğunlukla İstanbul’un günlük yaşamından seçmeleri nedensiz değildir. Bu nedenlerden biri bu yazarların İstanbul dışındaki Osmanlı kentlerini hemen hiç tanımamalarıdır. Gezi özgürlüğünün oldukça kısıtlı olması da başka kentleri tanımalarına bir engeldi. Bu yazarlardan bazıları öteki Osmanlı kentlerini sürgündeyken görmüşlerdir. Bir başka neden ise seçkinci bir edebiyat oluşturmaya çalışmalarıdır. Kendi deyişlerine göre Servet-i Fünun edebiyatı “herkes için, halk için değil, seçkinler içindir”. Roman ve öykülerin çoğunda İstanbul’un soylu çevreleri ve aydınlar yaşama biçimleri, gelenekleri, yozlaşmışlıkları, ahlak anlayışları ile sergilenmiş; halktan olan kimseler ise bunlarla ilişkileri oranında romanlarda yer alabilmiştir. Servet-i Fünun roman ve öykülerinde sanatsal bir üslup kullanılmıştır. Çoğu yapıtta konuşma dilinin yalınlığından, duruluğundan uzaklaşılmış, yeni söyleyiş olanakları aranmış, Arapça ve Farsça sözcük ve tamlamalara yaslanılmış, bazı Fransızca sözcükler, deyimler kullanılmıştır. Anlatımda tekdüzeliği ortadan kaldırmak için cümle kuruluşunda da değişikliğe gidilmiş, Türkçe’nin sözdizimine yeni olanaklar sağlanmıştır. Servet-i Fünun roman ve öyküsünü kuran yazarlar arasında da Halid Ziya Uşaklıgil (1866-1945), Mehmet Rauf (1875-1931), Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1957), Ahmed Hikmet Müftüoğlu (1870-1927) ve Safveti Ziya (1875-1929) sayılabilir.

    Servet-i Fünun döneminde siyasal baskı özellikle tiyatro etkinliklerine darbe vurdu. Tiyatro topluluklarının yerli oyunlar, özellikle siyasal içerikli yerli oyunlar konusunda istekli olmaması, Servet-i Fünun yazarlarını “okunmak için oyunlar” yazmaya yöneltmiştir.

    “Düzyazı şiir” ya da “mensur şiir” tarzı ilk kez Servet-i Fünun döneminde kullanılmıştır. Halid Ziya Uşaklıgil ve Mehmet Rauf’un bu alanda ürünleri vardır. Özellikle kendilerine karşıt olanlara yanıt vermek için kaleme aldıkları yazılarıyla da Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Hüseyin Cahit Yalçın eleştiri ve deneme türünün başarılı örneklerini verdiler. Bu arada Ahmed Şuayb’ın bazı Fransız yazarları üzerine yazdığı incelemeleri ise Hayat ve Kitaplar (1901) adıyla yayımlandı. Cenab Şahabeddin’in hekim olarak Hicaz’a giderken mektup biçiminde kaleme aldığı yol izlenimleri Hac Yolunda (1909) ise gezi türünün başarılı örnekleri arasında yer alır.