Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Sinema

  • Okunma : 268
Sinema Resim

Sinema sanatı 20. yüzyılda gelişmiş, kendinden önce yaygınlık kazanmış bulunan resim, heykel, müzik, mimarlık gibi çeşitli sanat dallarına dayalı, büyük teknik beceri gerektiren karmaşık bir sanattır. İzleyiciyi, karartılmış bir salonda perdeden yansıyan kendi somut gerçekliğiyle etkiler.

    Saydam bir film şeridi üzerindeki görüntüler ışığın yardımıyla bir perdenin üzerine art arda düşürüldüğünde, gözümüz bu görüntüleri hareket ediyormuş gibi algılar. Bunun nedeni beynin, gözün ağtabakası üzerine düşen görüntüyü, görüntü yok olduktan sonra kısa bir süre daha saklamasıdır. Ağtabakadaki yansıma gerçekte göründüğü süreden daha uzun bir süre algılandığından, bir cismin görüntüsü kaybolmadan öbür cismin görüntüsü ağtabakaya düşerse, film karelerinden göze yansıyan her görüntü birbirinin devamı olarak, yani hareket ediyormuş gibi görünür. Bu beynin yarattığı görsel bir hareket yanılsamasıdır. Sinema, bir olayı ya da öyküyü bu yöntemle anlatmaya dayanan görsel bir sanat dalıdır.

    Görüntülerin kaydedildiği film şeridi saydam bir madde olan selüloitten yapılmıştır. Görüntüler filmin üzerine sinema kamerasıyla (film çekme makinesi) kaydedilir. Gösterim sırasında bunlar projeksiyon makinesiyle hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansıtılır. Filmi çekilecek cisimden yansıyan ışık kameranın merceğinden geçerek, filmin ışığa duyarlı yüzeyindeki kimyasal maddeleri değişikliğe uğratır ve görüntü oluşturur. Hazırlanan film laboratuvarda çeşitli işlemlerden geçirildikten sonra gösterime hazır duruma gelir. Bir film makarasına sarılarak projeksiyon makinesine
takılır. Makara belirli bir hızla dönerken, projeksiyon makinesinden çıkan ışık filmi aydınlatarak, hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansıtır.

    Selüloit sağlam ve esnek bir madde olduğu için makaralara ve makinelere kolaylıkla sarılıp takılabilir. Çekim sonrasında birleştirme (montaj) aşamasında istenmeyen görüntüler kesilip çıkarılarak, kalan bölümler özel bir tutkalla ya da yapıştırıcı saydam bir bantla birleştirilebilir. Aynı zamanda ışığa son derece duyarlı olduğundan üzerindeki görüntüler net bir biçimde ve istendiği kadar büyütülebilir.

    Sinemada, 7,5-300 metre uzunluğunda, 70, 35, 16 ve 8 mm eninde film şeritleri kullanılır. Film şeridinin kenarlarında düzgün aralıklarla sıralanmış delikler vardır. Bu delikler film şeridinin kamera makarasına ya da projeksiyon makinesinin dişlilerine sağlam bir biçimde sarılmasını, kaymadan dönmesini ve görüntülerin eşit aralıklarla yansımasını sağlar. Hareketli görüntüler elde etmek için gösterim sırasında filmin belirli ve değişmez bir hızla ilerlemesi gerekir. 35 milimetrelik profesyonel filmler her görüntü karesi için dört delik, 16 milimetrelik ve amatör filmler bir delik ilerler. Sesli filmlerde ekrandan saniyede 24, sessiz filmlerde 16 görüntü karesi geçer. Sessiz filmler bugünkü gelişmiş aygıtlarla gösterildiğinde figürlerin çok hızlı hareket etmeleri bu yüzdendir.

    Film çekme aygıtı olan kamera, fotoğraf makinesi ile aynı ilkelere dayanarak çalışır. Ama fotoğraf makinesinden en önemli farkı görüntüleri belli zaman aralıklarıyla ve son derece hızlı bir biçimde film şeridinin üzerine kaydetmesidir. Kullanılan film şeridine göre sinema kameralarının başlıca 70 milimetrelik, 35 milimetrelik, 16 milimetrelik ve 8 milimetrelik türleri vardır. 70 milimetrelik kameralar büyük ve görkemli görüntüler elde etmek için, 16 milimetrelik hafif kameralar bazı özel çekimlerde ve belgesel filmlerde, 8 milimetrelik kameralar amatörlerce kullanılır. Sinema filmleri genellikle 35 milimetrelik kameralarla çekilir.

    Lumiere Kardeşler’in hem alıcı, hem de gösterici olan sinematograf'ından bu yana kameralar önemli değişiklikler geçirdi. Gösterici ve alıcı birbirinden ayrıldı, boyutları küçültüldü ve daha kullanışlı duruma getirildi. Elle çalışan kameraların yerini motorla çalışan kameralar aldı.

    Motor gürültüsünü önleyen bir sistem eklenerek görüntüyle birlikte sesi de kaydeden sesli kameralar geliştirildi. Bugün kullanılan 35 milimetrelik kamera hareketli görüntü için saniyede 24 kare çeker. Bu hız artırılarak ya da azaltılarak hareketin hızlı ya da yavaş olması sağlanır.

    Gösterim sırasında projeksiyon makinesinin obtüratörü film karelerinin arasında kapanır ve ışığı keser. Ama bu o kadar hızlı bir biçimde olur ki, gözümüz hareketlerin aslında kesintili olduğunu ayırt edemez.

Film Başlıyor

Beynin yarattığı görsel hareket yanılsaması fotoğrafın bulunmasından daha önce de biliniyordu.
1824’te İngiliz fizikçi Peter Mark Roget’m yayımladığı “The Persistence of Vision With Regard To Moving Objects” (“Hareketli Cisimlere İlişkin Olarak Görüntünün Sürekliliği”) adlı kuramsal çalışma, birçok mucidin ilgisini çekti. Her sayfasına resim çizilmiş bir kitabın sayfaları hızla çevrildiğinde görüntülerin kesintisiz bir biçimde hareket ediyormuş gibi görünmesi ve buna benzer birçok basit deney Roget’m kuramını doğruluyordu. Çeşitli ülkelerde birçok mucit bu kuramdan hareketle birbirine yakın zamanlarda benzer aygıtlar geliştirmişti. Bu bakımdan sinema kamerası ve projeksiyon makinesi gibi aygıtların ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını kesin olarak söylemek güçtür. 1830’lardan başlayarak zootrop, taumatrop, fasmatrop, fenakistiskop ve praksinoskop adlarıyla bilinen çeşitli aygıtlar geliştirildi. 1882’de Fransız fizyolog Etienne-Jules Marey kuşların uçuşunu saptamak amacıyla saniyede 12 fotoğraf çekebilen, “fotoğraf tüfeği” adını verdiği bir aygıt geliştirdi. 1887’de ABD’li Hannibal Goodwin fotoğraf çekiminde ilk kez selüloit film kullandı. Ardından New York’ta George Eastman makaraya sarılı selüloit film üretimine başladı. 1888’de Thomas Alva Edison
üzerine ses kaydedilen mum silindirli fonograf'ı, daha sonra da ses ve görüntüyü birleştirmek amacıyla yardımcısı William Dickson’la birlikte kameranın ilk biçimi sayılan kinetograf'ı geliştirdi. Film şeridi üzerine saniyede 40 görüntü kaydeden kinetograf, ABD’de ve Avrupa’da hızla yaygınlık kazandı. Edison 1896’da, kinetoskop adını verdiği bir gösterim aygıtıyla 15 metrelik bir film şeridinin üzerindeki görüntüleri kesintisiz olarak art arda yansıtmayı başardı. Ne var ki, bu aygıt gözlerini iki
deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopla filmin üzerindeki görüntüler art arda izlenebilmekle birlikte, hareketler kesintiliydi. Bunun nedeni her görüntü karesinin yeterince uzun bir süre ışıklandırılamamasıydı.

    Paris’te kinetoskopu gören Fransız Louis (1864-1948) ve Auguste (1862-1954) Lumiere kardeşler geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntü elde ettiler. Bu olay sinemanın doğuşunu müjdeleyen en önemli gelişmeydi. Sinematograf elle çalıştırılabiliyor ve yaklaşık 10 kilogramlık ağırlığı sayesinde istenen yere taşınabiliyordu. Filmin düzenli ve kesikli ilerleyişini sağlayan ve bugün de hâlâ kullanılmakta olan tırnaklı bir düzeneği vardı. Lumiere Kardeşler halka açık ilk film gösterimlerini 1895’te Paris’te, Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler. Sinematograf hem film çeken, hem de gösteren bir aygıt olduğu için ancak 15 metrelik film şeridi alabiliyordu. Bu yüzden ilk filmleri oldukça kısaydı (yaklaşık 45 saniye). Filmler iskambil oynayanlar, bir demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Lumiere Kardeşler Lumiere Fabrikası ’ndan Çıkan İşçiler (la Sortie des ouvriers de Vusine Lumiere) adlı filmlerini Lyon’daki fabrikalarında, bir öğle tatili sırasında çekmişlerdi. Bir söylentiye göre Ciotat Garına Bir Trenin Girişi (l’Arrivee d’un train en gare de la Ciotat) adlı filmin gösterimi sırasında, kameraya doğru hızla yaklaşan tren görüntüsü izleyicileri dehşete düşürmüştü. Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler.

    Sinema yoluyla belirli bir öykü anlatma dönemi Fransız yönetmen Georges Melies ile (1861-1938) başladı. Bilimkurgu sinemasının da öncüsü sayılan Melies, aynı zamanda “film hileleri” kullanan ilk sinemacıydı. Melies’nin filmlerinde kamera aynı noktada duruyor ve öyküyü tiyatro sahnesindeymiş gibi görüntülüyordu. Melies 1900’lerin başlarında aralarında Ay’a Seyahat (le Voyage dans la Lune;
1902), Uzayda Yolculuk (le Voyage â travers l’impossible; 1904) gibi bilimkurgu filmlerinin de bulunduğu yaklaşık 1.500 kısa film çekmişti.

İlk Sinemalar

Sinema başlangıçta ilginç bir deney ya da basit bir eğlence türü olarak görülüyordu. İlk film gösterimleri genellikle laboratuvarlarda ya da evlerde, birkaç kişilik toplantılarda yapılıyordu. Hızla artan ilgi karşısında daha geniş salonlarda halka açık paralı gösteriler düzenlenmeye başlandı. Kısa zamanda yaygın bir eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir ticaret ve sanayi dalı durumuna geldi. Film pazarı önceleri Fransızlar’ın elindeydi. Sonradan ABD’de kurulan yapımcı şirketlerin eline geçti. Halka açık ilk kısa filmler İngiltere’de ve ABD’de müzikli tiyatro oyunları sırasında gösteriliyordu. Sonraki yıllarda özellikle ABD’de, nikelden yapılmış 5 sent gibi çok küçük bir parayla girilen ve yalnızca film gösterilerinin yapıldığı, nickelodeon adı verilen sinema salonları hızla yaygınlaştı. O dönemde, teknik aksaklıklar yüzünden filmler sık sık kesintiye uğrar, izleyicileri oyalamak ve salonda tutmak için büyük çaba harcanırdı.

Sinema Sanayisinin Gelişimi

İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt yoktu, bu yüzden filmler sessizdi. 1912’de Fransa’da film gösterileri, pikap ve yükselteç (amplifikatör) kullanılarak müzik eşliğinde yapılmaya başlandı. Bu yenilikler izleyicilerin sesli görüntüye daha çok ilgi duyduğunu ortaya koydu. Aynı dönemde ABD’li sinemacı Edwin S. Porter’ın öncülüğünde, bir öyküsü olan, “konuşmalı” uzun filmler yapılmaya başlandı. Porter’ın Büyük Tren Soygunu (The Great Train Robbery; 1903) adlı filmi soygun, kovalama ve silahlı çatışma sahneleriyle dolu, tipik bir western’di (kovboy filmi). Porter bu filmde çeşitli çekim teknikleri kullandı. Bazen kamerayı hareket ettirerek, bazen de uzak ve uzun ya da yakın ve kısa çekimlerle gerçek bir canlılık ve hareketlilik sağlamayı başardı. Öyle ki, filmin bir sahnesinde kameraya doğru ateş eden kovboyun görüntüsü salonda büyük bir korku yarattı.

    Konuşmalı filmlerde ses, görüntüyle eşlenen bir plağın üzerine kaydediliyordu. Her ülke için başka dilde yeni bir plak yapmak ve sesi görüntüye yeniden eşlemek gerektiğinden bu filmlerin maliyeti oldukça yüksekti. Bununla birlikte izleyicinin konuşmalı filmlere gösterdiği olağanüstü ilgi, yapımcıları bu alana çekmeye yetti. Yaklaşık 1912’ye kadar 6-10 dakika süren, tek makaralık kısa filmler çekilir, izleyici komedi türündeki bu filmlerden 6-7 tanesini peş peşe izlerdi. Sonraki yıllarda birkaç makaralık uzun filmler yapılmaya başlandı. İtalyan yönetmen Luigi Maggi, Pompeınin Son Günleri (Gli ultimi giomidi Pompei; 1908) adlı filmiyle Eski Roma’nın görkemli görüntüsünü ekrana getirdi. Bir başka İtalyan yönetmenin, Enrico Guazzoni’nin çok sayıda oyuncu ve zengin dekorlarla çektiği Quo Vadisi (1912) adlı konulu, uzun filmi dünyada büyük bir hayranlık yarattı. Bu filmin hemen ardından ABD’li yapımcılar sinema izleyicisinin seveceği türden roman ve öyküleri art arda filme çekmeye, filmlerini daha yüksek fiyatlarla göstermeye başladılar. Bu filmler yaklaşık 90 dakika sürüyordu. Sinemadaki bu hızlı gelişme daha büyük ve daha rahat gösteri salonlarını gerektirdi. Avrupa’da ve ABD’de halk arasında “düş sarayları” adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları yapıldı.

    I. Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde başta Fransa ve İtalya olmak üzere Avrupa ülkeleri sinema alanında oldukça ileriydi. Korku, cinayet ve komedi filmleri ilk kez gene bu ülkelerde çekildi. Oyuncularda fiziksel özelliklerin yanı sıra oyunculuk gücü de aranmaya başlandı. Aynı yıllarda efsanevi kişilikleriyle milyonlarca insanın hayranlığını kazanan sinema yıldızları doğdu. Ne var ki, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa sineması neredeyse çöküntüye uğradı, çünkü filmin ana maddesi olan selüloit barut yapımında kullanılmaktaydı. Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne oldu. Bir Milletin Doğuşu (The Birth of a Nation; 1915) ve Hoşgörüsüzlük (Intolerance; 1916) gibi filmlerle adını duyuran ABD’li yönetmen David Griffith sinemada klasik anlatım üslubunun öncüsü sayılır. Yeni film tekniklerini sağduyuyla kullanan Griffith, sinemayı salt bir eğlence aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda düşünmeye de yönelten, çok yönlü bir anlatım aracına dönüştürdü. O yıllarda ABD’de sinema alanında büyük bir patlama yaşandı, uzun ve yüksek maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. Yalın ve doğal oyunculuğuyla uluslararası ün kazanan Mary Pickford, 1928’de imzaladığı yaklaşık 1 milyon dolarlık anlaşmayla “star” (yıldız) sisteminin başlamasına yol açtı. “Şarlo” tipinin yaratıcısı Charlie Chaplin gibi unutulmaz sinema sanatçıları doğdu.

    I. Dünya Savaşı sonrasında sinemada en önemli gelişme Almanya’da gerçekleşti. 1919-33 arasında Alman sineması altın çağını yaşadı. Zengin dekorlu ve kostümlü tarihsel filmlerin yanı sıra Ernst Lubitsch (1892-1947), Robert Wiene (1881-1938), Fritz Lang (1890-1976) ve Friedrich W. Murnau’nun (1889-1931) öncülüğünde “Alman Dışavurumculuğu” olarak bilinen bir akım başladı. Bu yönetmenler karakter oyuncusu yaratmayı başardıktan başka, ışık ve dekor kullanımındaki ustalıklarıyla da dünya sinemasını önemli ölçüde etkilediler. Robert Wiene’nin yönetmiş olduğu Doktor Caligarınin Odası (Das Kabinett des Dr. Caligari; 1919) ve Fritz Lang’ın bilimkurgunun öncüsü Metropolis'i (1926) yapıldıkları tarihten bu yana sinema sanatını etkilemiş yapıtlardır.

    Aynı dönemde bir başka önemli gelişme de, SSCB’de dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü’nün 1919’da kurulmasıdır. 1917 Ekim Devrimi’nden önce Rusya’da film sanayisi yoktu. 100’den fazla dilin konuşulduğu ve halkın büyük çoğunluğunun okuryazar olmadığı SSCB’de 1920’lerde 160 milyon insan yaşıyordu. Ülkenin yeni yöneticileri, sinemayı bu büyük ülkede insanları ortak bir amaç doğrultusunda bir araya getirecek bir araç olarak görüyorlardı. Bu nedenle sinemaya büyük bir öncelik tanıdılar. Teknik araçların yetersizliğine karşın çok sayıda nitelikli film yapıldı. Griffith’le birlikte çağdaş sinemanın öncüsü sayılan Sergey Ayzenştayn’m Potemkin Zırhlısı (1925) bunların en güzellerinden biridir. Bir Yunan trajedisi gibi gelişen bu film etkileyici çekimleri ve kurgusuyla izleyicinin soluğunu keser. Dönemin önde gelen yönetmenlerinden Vsevolod İ. Pudovkin’in bir Maksim Gorki uyarlaması olan Ana (1926) filmi sessiz sinemanın başyapıtlarındandır.

    I. Dünya Savaşı’ndan sonra 1920-27 arasında Fransa’da ilgi çekici filmler yapıldı. Dönemin önde gelen yönetmenlerinden Rene Clair (1898-1981) İtalyan Hasır Şapkası (Un chapeau de paille d ’Italie; 1927) adlı komedi filmiyle adını duyurdu.

    1920’lerde sinema ABD’nin en büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi. Yıldızların ücretleri astronomik rakamlara ulaştı. Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri o dönemde kuruldu. Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun olan Los-Angeles kentinde Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. Her çeşit filmin yapıldığı bu dönemde gag türünde kavgalı dövüşlü komediler başta geliyordu. Charlie Chaplin, Buster Keaton, Stan Laurel ve Oliver Hardy 1920’lerde parladı. Bu yıllarda yarısı 20 yaşın altında olan 40 milyon ABD’li düzenli olarak her hafta sinemaya gidiyordu. Sinema tarihine adı geçen filmlerden Cecil B. de Mille’in yönettiği On Emir (The Ten Commandments; 1923), Douglas Fairbanks’in her ikisinde de başrolü oynadığı Robin Hood (1922) ve Bağdat Hırsızı (The Thief o f Bagdad; 1924) bu dönemde yapıldı.

    İngiltere’de sessiz sinemanın önde gelen yönetmeni John Grierson, 1929’da sinema tarihinin ilk uzun belgesel filmi olan Balıkçı Tekneleri'ni (Drifters) çekti.

Sesli Sinemanın Doğuşu

1927’ye kadar filmler bütünüyle sessizdi. Konuşmalar filmin akışını kısa aralıklarla kesintiye uğratan yazılarla veriliyor, film piyano, keman ya da bir pikaptan çalman müzik eşliğinde gösteriliyordu. Yaklaşık 6.000 kişi alan bazı büyük sinema salonlarında belli bir film için özel olarak bestelenmiş müzik parçasını çalan 40 kişilik büyük orkestralar bulunuyordu. Film seslendirme çalışmaları ise 1906’dan beri sürüyordu. İlk sesli film 1927’de çekilen, şarkıcı Al Jolson’un oynadığı Caz Şarkıcısı'dır (The Jazz Singer). Sesli sinemanın ortaya çıkışıyla birlikte izleyici sayısında büyük bir artış oldu. ABD’de sinema sanayisi kısa sürede sesli sinema teknolojisine geçti. Yapımcılar stüdyolarını elektronik ses kayıt aygıtlarıyla donattılar, sinema salonlarına büyük hoparlörler yerleştirildi. 1930’lardan başlayarak tüm filmler sesli olarak çekilmeye başlandı. Sanatçıların kendi sesini kullanması bazı zorluklar getirdi. Bazı oyuncular ezberlemekte güçlük çekiyor, ABD’li olmayan oyuncular İngilizce’yi aksanla konuşuyor ya da sesle görüntü arasında uyum sağlanamadığı oluyordu.
Bu nedenlerden ötürü sinemada bu dönemde ağırlıklı olarak tiyatro oyuncuları yer aldı.

    Japonya’da filmlerdeki konuşmalar benşi adı verilen anlatıcılarca iletilirdi. Bazı anlatıcılar öylesine başarılıydı ki, adları oyuncularla birlikte yazılırdı. 1940’lara kadar sürdürülen anlatıcı geleneği Japonya’da sesli sinemaya geçişi geciktiren başlıca nedenlerden biri oldu.

    Sesli sinemanın ilk yıllarında yönetmenlerin çoğu konuşmalara gereğinden çok ağırlık vererek, görüntüyü ikinci plana attılar. Oysa ses ve konuşmaların asıl işlevi görsel anlatımın etkisini artırmaktı. Ses öğesini görsel anlatımın tamamlayıcı ve güçlendirici bir parçası olarak kullanmayı başaran ilk yönetmen Fransız Rene Clair oldu. Clair’in Milyon (le Million; 1931) adlı filmi bu uygulamanın en yetkin örneklerinden biriydi. Sesli sinema oyunculuk alanında önemli değişikliklere yol açtı. Sessiz sinemanın abartılı el kol hareketlerine dayanan üslubu tümüyle anlamını yitirdi. Sesin görüntüye uygunluğu, oyunculukta doğallık ve yalınlık önem kazandı. Sonuçta sesli sinema kendi yıldızlarını yarattı. Hollywood filmlerinde rol alan Clark Gable, James Cagney, daha önce Alman sinemasında
adını duyuran Marlene Dietrich, çocuk oyuncu Shirley Temple ve sinema tarihinin efsane kadını İsveçli Greta Garbo gibi yıldızlar ün kazandı. Aynı dönemde çocukların severek okuduğu ve izlediği Miki Fare’nin (Mickey Mouse) yaratıcısı Walt Disney ilk sesli çizgi filmlerini gerçekleştirdi. Dönemin önde gelen yönetmenleri John Ford, Howard Hawks, Frank Capra, George Cukor ve Orson Welles özgün üsluplarıyla sinema sanatına önemli katkılarda bulundular.

    1930’larda İngiltere'nin yetiştirdiği önemli yönetmenler Anthony Asquith ve gerilim filmlerinin babası sayılan Alfred Hitchcock’tu. 1933’te Alexander Korda ünlü aktör Charles Laughton’un oynadığı Kadınlar Celladı (The Private Life o f Henry VIII) filmiyle tarihsel konulu film geleneğini başlattı.

    Fransa’da sesli sinema Rene Clair, Jean Vigo ve Jean Renoir’ın filmleriyle doruğa ulaştı. Vigo, Hal ve Gidiş Sıfır (Zero de conduite; 1933) ve l'Atalante (1934) gibi şiirsel üslubu ağır basan filmler yaptı. Gerçekçiliği ve güçlü anlatımıyla dikkati çeken Jean Renoir’ın 1937’de tamamladığı Büyük Aldanış (la Grande illusion) savaş karşıtı bir filmdi. Bundan başka Hayvanlaşan İnsan (la Bete humaine; 1938) ve Oyunun Kuralı (la Regle du jeu ; 1939) gibi önemli yapıtları da vardır. Almanya’da sinemacılar 1930’ların başlarında bazı güzel filmler çektiler. Ne var ki, Naziler’in yönetime gelmesi birçok sinemacının çalışma olanağını yok etti.

    1930’lar aynı zamanda renkli sinemaya geçiş dönemi oldu. Üç temel renk kullanımına dayanan ve technicolor adıyla bilinen renklendirme yöntemi ilk kez Walt Disney’in Üç Küçük Domuz (The Three Little Pigs; 1933) adlı çizgi filminde kullanıldı. Disney’in ilk uzun metrajlı renkli filmi 1937’de tamamladığı Pamuk Prenses ve Yedi Cücelerdir (Snow White and the Seven Dwarfs).

II. Dünya Savaşı Yılları

Savaş yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Genellikle savaşı değişik yönleriyle tanıtmayı ve cephedeki ordulara moral vermeyi amaçlayan filmler çekildi. Dönemin başlıca önemli filmleri ABD’de Frank Capra’nın Neden Savaşıyoruz (Why We Fight; 1942-45) adlı belgesel propaganda dizisi, Orson Welles’in bir basın kralının yaşamı üzerine kurulu başyapıtı Yurttaş Kane (Citizen Kane; 1940) ve John Ford’un Gazap Üzümleri (The Grapes o f Wrath; 1940) ile Tay Garnett’in Postacı Kapıyı İki Defa Çalar (The Postman Always Rings Twice; 1946) adlı yapıtlarıydı.
İngiltere’de aynı dönemde Noel Covvard’ın senaryosunu yazdığı Kısa Görüşme (Brief Encounter; 1946) ve Denizler Hâkimi (In Which We Serve; 1942) gösterime girdi.

    SSCB’de Ayzenştayn, Aleksandr Nevski (1938) ve Korkunç İvan ; (1944-46), Sergey ve
Georgi Vasiliyev Çapayev’i (1934) çektiler.

Savaş Sonrası Dönem

ABD. 1950’lerde ABD’nin önemli filmleri arasında George Stevens’ın Vadiler Aslanı (Shane; 1953) ile Elia Kazan’ın New York’ta yoksul işçi çevrelerinin ve rıhtım gangsterlerinin yaşamını anlatan Rıhtımlar Üzerinde’si (On the Waterfront; 1954) ve Vincente Minnelli’nin Paris’te Bir Amerikalımı (An Americanin Paris; 1951) sayılabilir. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan Sapık (Psycho; 1960) adlı gerilim filmini aynı dönemde çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sinemasını köstekleyen, tutucu hükümetin filmlere uyguladığı yoğun sansürle birlikte “Hollywood 10’ları” olarak anılan sekiz senaryo yazarı ve iki yönetmenin kara listeye alınması oldu. Bir ihbar salgını başlamıştı. Pek çok sanatçı ABD’ye karşı yıkıcı etkinliklerde bulunmak ve komünist olmakla suçlandı. Suçlananlar arasında bulunan Charlie Chaplin, büyük bir beğeni kazanan Sahne Işıklarını (Limelight; 1952) yaptığı yıl ülkeyi terk etti.

    Yapımcılar izleyiciyi yeniden sinema salonlarına çekebilmek için teknolojik yeniliklerden yararlanmaya çalıştılar. Özel gözlüklerle izlendiğinde üçboyutlu görüntü etkisi yaratan filmler ilk kez o dönemde ortaya çıktı. Bu buluşun beklenen başarıyı sağlayamaması üzerine, sinemaskop adı verilen büyük görüntü uygulamasına geçildi. Görüntünün enini, boyunun 2,5 katı olarak verebilen sinemaskop filmler izleyicileri yeniden salonlara çekmekte başarılı oldu. ABD’de art arda Oklahoma (1955), yeniden çekilen On Emir (The Ten Commandments; 1956) ve Ben Hur (1959) gibi tarihsel ve dinsel konulu filmler, müzikaller, western ler çekilmeye başlandı. Bunlar çok sayıda oyuncunun ve gösterişli dekorların kullanıldığı masraflı yapımlardı.

    Sinemacıların bu çabalarına karşın, 1950-60 arasında televizyonun hızla yaygınlık kazanması, sinema izleyicisinin önemli ölçüde azalmasına ve büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bu durum sinemacıları büyük bir arayışa yöneltti. 1960’ların sonlarına doğru ABD’de Arthur Penn, Sam Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper, Stanley Kubrick gibi yönetmenler Hollywood’un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar. Yeni, değişik üsluplar ve teknikler kullandılar. Gençliğe yönelik bu filmler sinemaya gençleri kazandırdı. Sydney Pollack’ın 1929 Büyük Dünya Bunalımı’nın insanların üstündeki etkisini çok çarpıcı bir biçimde yansıtan Atları da Vururlar (They Shoot Horses, Don’t They?; 1969), Arthur Penn’in Bonnie ve Clyde (1967), Stanley Kubrick’in 2001: Uzay Yolu Macerası (2001: A Space Odyssey ; 1968), Sam Peckinpah’ın Kahraman Binbaşı (Majör Dundee; 1965) ile Vahşi Belde (The Wild Bunch; 1969) gibi etkileyici filmleri ekrana geldi.

    1970’lerde ve 1980’lerin başlarında son derece etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı heyecan dolu serüven ve bilimkurgu filmleri çekildi. George Lucas’ın Yıldız Savaşları (Star Wars; 1977) ile Steven Spielberg’in insanlara saldıran dev bir köpekbalığının kovalanmasını konu alan gerilim filmi Jaws (1975), Kutsal Hazine Avcıları (Raiders of the Lost Ark; 1981) ve dünya dışından bir yaratıkla çocukların kurduğu dostça ilişkiyi anlatan E. T. (E. T. The Extraterrestrial; 1982) adlı filmleri gişe rekorları kırdı ve olumlu eleştiriler aldı. ABD’de o dönemde çekilen filmlerin maliyeti inanılmaz boyutlara ulaştı. Sözgelimi 1987’de bir filmin ortalama maliyeti yaklaşık 18 milyon dolardı. Bu tür filmlerin yanı sıra Robert Altman, Michael Cimino, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese ve Milos Forman gibi yönetmenler toplumsal sorunları konu alan filmler çektiler. Bunlardan Altman’ın savaş karşıtı komedisi Cephede Eğlence (M* A* S* H; 1970), Cimino’nun Vietnam Savaşı’nı konu alan Avcı (The Deer Hunter; 1978), Scorsese’nin ABD’de şiddete yönelik eğilimi ele alan Taksi Şoförü (Taxi Driver; 1976), Coppola’nın Baba (The Godfather; 1972) ve Kıyamet (Apocalypse Now; 1979), Forman’ın Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest; 1975) adlı filmleri anmaya değer yapıtlardır.

    İtalya. Savaştan sonra İtalya’da ülkenin uğradığı yıkımı ve toplumsal sorunları konu alan önemli filmler çekildi. İlk Yeni Gerçekçi film Luchino Visconti’nin Tutku'su (Ossessione; 1942) idi. Ne var ki, faşist İtalyan yönetimince gösterimi engellendiği için, uluslararası izleyici Yeni Gerçekçi sinemayla, İtalya II. Dünya Savaşı’nın sonunda teslim olduktan iki hafta sonra Roma sokaklarında çekilen Roberto Rossellini’nin Roma, Açık Şehir (Roma cittâ aperta; 1945) adlı filmiyle tanıştı. Ardından Visconti’nin Sicilya’nın bir balıkçı köyündeki yaşamı anlatan destansı filmi Yer Sarsılıyor (La Terra trema; 1948) geldi. Vittorio de Sica’nın, bisikleti çalman bir işçinin hırsızı bulabilmek için oğluyla birlikte başına gelenlerin trajik öyküsü olan Bisiklet Hırsızları (Ladri di biciclette; 1948) gösterildiği yerlerde büyük yankı uyandırdı. Başlangıçta Rossellini ile birlikte çalışan Federico Fellini ilk kez Sonsuz Sokaklar (La strada; 1954) filmiyle adını duyurdu. Daha sonra gerçek ile gerçeküstünün birbirine karıştığı bir dille birbirinden güzel filmler yaptı. Fellini gibi sinema yaşamına Rossellini ile çalışarak başlayan Michelangelo Antonioni önceleri Yeni Gerçekçi belgesel kısa filmler yaptı. Daha sonra çağdaş kent yaşamının getirdiği yabancılaşmayı vurgulayan Macera (L'avventura; 1959), Gece (la Notte; 1960), Kızıl Çöl (II deşerto rosso; 1964) ve bir kimlik arayışı olan Yolcu (The Passenger; 1974) gibi filmleriyle dünya çapında yankı uyandırdı. İtalya’nın savaştan sonraki ikinci kuşak yönetmenlerinden Ettore Scola Özel Bir Gün (Una giornata particolare; 1977), Ermanno Olmi Nalın Ağacı (L ’albero degli zoccoli; 1978) ve Ermiş Ayyaş Destanı (La leggenda del santo bevitore; 1988) gibi filmlerle Yeni Gerçekçi Akım’ı sürdürdü. Pier Paolo Pasolini ve Bernardo Bertolucci siyaset, tarih ve cinselliğin iç içe geçtiği filmler yaptılar. Bertolucci’nin 1900 (Novecento; 1976) adlı filmi altı saate yarım yüzyıllık İtalyan tarihini sığdıran görkemli bir gösteridir. Gillo Pontecorvo’nun Cezayir Savaşı (La battaglia di Algeri; 1965) ise, kent gerilla savaşını anlatan, belgesel film üslubunda, propaganda amacı gütmeyen etkileyici bir siyasal sinema örneğidir.

    Fransa. Fransa’da savaştan sonra sinemaya damgasını vuran en önemli olay Yeni Dalga hareketiydi. Fransa’da işgal sırasında ve savaştan sonra senaryoya dayalı çok iyi filmler yapılmıştı. Fransız sinemasının önde gelen adlarından oyuncu ve yönetmen Jacques Tati, sıradan insanların yaşamını özgün bir mizah anlayışıyla perdeye aktardı. Tati Bayram Günü (Jour de fete ; 1947) ve Bay Hulot’un Tatili (les Vacances de Monsieur Hulot; 1953) adlı filmleriyle, Jean Cocteau Güzel ve Hayvan (la Belle et la bete; 1946), Rene Clement Yasak Oyunlar (Jeux interdits; 1952) adlı filmleriyle
tanındılar. Gene bu yıllarda sürdürülen belgesel çalışmalar, genç yönetmenlere sinema sanayisi kalıplarının dışına çıkma ve bağımsız çalışma cesareti verdi. Andre Bazin’in 1951’de yayımlamaya başladığı Cahiers du Cinema adlı dergide Yeni Dalga Akımı’nın kuramsal tartışmaları yer aldı. Genç yönetmenler film kamerasını bir kalem gibi kullanmayı savunuyordu. Film, yönetmeninin imzasını taşımalı, onun özgün, kişisel anlatım aracı olmalıydı. Bu yönetmenler öyküyü, baştan sona düz bir biçimde anlatmak yerine, daha çok geriye dönüşlere (flash-back) ve düşlere yer vererek aktardılar. Sinemanın ayrı bir sanat dalı olduğu ilk kez bu dönemde tartışma gündemine geldi. Yönetmenler filmlerinde kurgudan çok görüntü düzenine (mizansen) önem verdiler, çekimlerini elde taşınır kameralarla yaptılar.

    Claude Chabrol’un senaryosunu yazdığı ve yapımını üstlendiği ilk filmi Yakışıklı Serge (le Beau Serge; 1958) Yeni Dalga Akımı’nın ilk uzun metrajlı filmidir. Bu akımın 1950’lerin sonuna doğru ilk yapıtlarını veren başlıca temsilcileri Serseri Aşıklar (Â bout de souffle; 1959) ile Jean-Luc Godard, Hiroşima, Sevgilim (Hiroshima, mon amour; 1959) ile Alain Resnais, Âşıklar (les Amants; 1958) ile Louis Maile ve Dört Yüz Darbe (les Quatre cents coups; 1959) ile François Truffaut’dur.

    1970’lerde Yunan asıllı Fransız yönetmen Costa-Gavras siyasal filmleriyle ilgi çekti. Bunlardan İtiraf (l'Aveu\ 1970), Sıkıyönetim (l'Etat de siege; 1972) ve Kayıp (Missing; 1982) güncel siyasal olayların karanlıkta kalan yanlarına eğilerek pek çok tartışmaya yol açtı.

    İngiltere. Savaş sonrasında İngiltere’de sinema önemli bir gelişme gösterdi. Yönetmen Carol Reed, bir roman uyarlaması olan Ölümden Kuvvetli (Odd Man Out; 1947) ve konusu savaş sonrasında Viyana’da geçen Üçüncü Adam (The Third Man; 1949) adlı filmleriyle dikkati çekti. David Lean, İngiliz yazar Charles Dickens’tan 1946’da Büyük Umutlardı (Great Expectations) ve 1948’de de Oliver Twist'i sinemaya uyarladı. Ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Laurence Olivier, William Shakespeare'den uyarlanan Henry V (1944) ve Hamlet (1948) filmleriyle büyük başarı kazandı. Aynı dönemde adını duyuran bir başka oyuncu da Taçlar ve Kalpler (Kind Hearts and Coronets; 1949) ve Altın Hırsızları (The Lavender Hill Mob; 1951) gibi komedi filmlerinde olağanüstü oyunculuk yeteneğini gösteren Sir Alec Guinness’di. Bu filmlerin senaryoları büyük ölçüde klasik edebiyat yapıtlarına dayanıyordu.

    1950’lerin sonlarında ve 1960’larda Fransız Yeni Dalga filmlerinin etkisiyle İngiltere’de, çalışan insanların günlük yaşamlarını konu alan gerçekçi filmler yaygınlık kazandı. Tony Richardson'ın Öfke (Look Back in Anger; 1958), Jack Clayton’ın Tepedeki Oda (Room at the Top; 1958) ve Karel Reisz’ın Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahı (Saturday Night and Sunday Morrıing; 1960) adlı filmleri uluslararası düzeyde ün kazandı. Sean Connery’nin James Bond tipini canlandırdığı ünlü casus filmleri de aynı dönemde yapıldı.

    İngiltere 1960’larda Avrupa sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. O dönemde art arda birbirinden güzel filmler çekildi. Tony Richardson’ın Henry Fielding’in romanından uyarladığı Tom Jones (1963), John Schlesinger’ın Thomas Hardy’nin romanından uyarladığı Bir Aşk Yetmez (Far From the Madding Crowd; 1967) ile Gece Yarısı Kovboyu (Midnight Cowboy; 1969) ve Lindsay
Anderson’ın Eğer (If ; 1968) adlı filmleri dönemin unutulmaz yapıtları arasındaydı. Ne var ki, bir süre sonra İngiliz ekonomisinde baş gösteren durgunluk birçok yönetmenin, başta ABD olmak üzere öteki ülkelere göç etmesine yol açtı.

    Almanya. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın uğradığı yenilgi ve daha önce Naziler’ce sinemaya uygulanan baskılar yüzünden bu ülkede uzun bir süre sinema önemli bir varlık gösteremedi. 1960’larda Genç Alman Sineması adı altında federal hükümetten ödenek alan bağımsız bir yapım ve dağıtım kuruluşu kuruldu. Alman sinemasının önde gelen adları, savaş yıllarını ya da savaş sonrası toplumu konu alan Maria Braun’un Evliliği (Die Ehe der Maria Braun; 1979), Lola (1981) ve Veronika Voss’un Tutkusu (Die Sehnsucht der Veronica Voss; 1982) gibi filmleriyle Rainer Werner Fassbinder, Berlin Üzerindeki Gökyüzü (Der Himmel über Berlin; 1987) ile Wim Wenders ve Stroszek (1977) gibi doğal ve cana yakın bir mizah içeren filmleriyle Werner Herzog’dur. Volker Schlöndorff ile Alexander Kluge, Fransız Yeni Dalga Akımı’ndan büyük ölçüde etkilendiler. Devletin sinema sanayisine destek olması kadın yönetmenleri ve azınlıkları da yüreklendirdi. Devrim mücadelesinin önde gelen kadınlarından Rosa Luxemburg’un yaşamını, kadın yönetmen Margarethe von Trotta sinemaya uyarladı (1986).

    Avustralya. 1970’lerden önce varlık gösteremeyen Avustralya sineması, o yıllarda hükümetçe
kurulan Avustralya Film Komisyonu’nun desteğiyle şaşırtıcı bir gelişme gösterdi. 1985’e kadar, bazıları uluslararası düzeyde başarı kazanan yaklaşık 400 film çekildi. 1980’lerin en başarılı filmleri şiddet ve gerilim öğesinin usta bir biçimde kullanıldığı Çılgın Max (Mad Max; 1981) ve Peter Weir’ın
I. Dünya Savaşı sırasında biri Çanakkale’de ölen iki arkadaşın öyküsünü anlattığı Gelibolu'dur
(Gallipoli; 1981).

    SSCB. II. Dünya Savaşı’ndan önce Sovyet sinemasında gözlenen durgunluk savaştan sonra da sürdü. İlgi uyandıran az sayıda filmin arasında Grigori Çukray’ın 1959 yapımı Askerin Türküsü, Sergey Bondarçuk’un görkemli Savaş ve Barış (1966-67) uyarlamasıyla, Nikita Mihalkov’un Oblomov'u (1980) vardı. Dünya sinemasını etkilemeyi başaran ve özellikle 1980’lerde adını en çok duyuran yönetmen ise Andrey Tarkovski oldu. Tarkovski, İvanın Çocukluğu (1962), Andrey Rublev
(1966), Solaris (1971), Ayna (1974), Nostalghia (1983) ve son filmi Kurban'da (1986), derinliği ve simgesel çağrışımlarıyla izleyicilerin üzerinde kalıcı bir etki yaratmaktaki ustalığını gösterdi. SSCB’de 1980’lerin ortalarında, daha önce yasaklanmış filmler de gösterilmeye başlandı. Yönetmen Gleb Pantilov’un, 1976’da çekilmesine karşın ancak 1986’da gösterilebilen Tema adlı filmi geçmişle bir hesaplaşmaydı. Gürcü yönetmen Tengiz Abuladze ise Yakarış (1968), Dilek Ağacı (1977) ve Nedamet'ten (1986) oluşan üçlüsünde kendine özgü bir üslupla geçmişteki baskıyı eleştirdi.

    Doğu Avrupa. Film sanayisinin devletleştirildiği Doğu Avrupa ülkelerinde II. Dünya Savaşı’ndan sonra sinema okulları açıldı. Polonya’da 1953’ten sonra Andrzej Munk Yolcu (1961), Roman Polanski Sudaki Bıçak (1962), Andrzej Wajda Kanal (1956), Küller ve Elmas (1958), Mermer Adam (1977) ve Demir Adam (1981) gibi filmleriyle toplumsal sorunları büyük bir duyarlılıkla beyaz perdeye yansıttılar.

    Genç kuşak yönetmenlerinden Krzysztof Kieslovvski 1988 yapımı 10 Emir'le (Dekalog) evrensel sorunlara parmak bastı. Yeni Dalga’dan ve Polonya sinemasından etkilenen Çekoslovak yönetmenler de duyarlı ve özgün filmler yaptılar. Jânos Kadâr’ın Ana Caddedeki Dükkân'ı (1965) buna örnektir.

    Macaristan’da Budapeşte Film Akademisi’nde yetişen Istvân Szâbo’nun Mefisto’su (1981) uluslararası düzeyde başarı kazandı. Miklös Jancsö’nun birbirini izleyen Umutsuzlar (1965), Kızıl İlahi (1971) ve Macar Rapsodisi (1978) Macar halkının yüzyılın başından bu yana sevinçlerinin ve acılarının destanıydı.

    Yugoslavya’da Emir Kusturica, Çingene çocuklarının başından geçenleri anlattığı Çingeneler Zamanı (1989) ile evrensel boyutlu bir film yarattı.

    Ispanya ve Yunanistan. Film sanayisinin güçlü olmadığı Ispanya’da Luis Bunuel yaratıcı kişiliğiyle sinemada Gerçeküstücülük Akımı’nın ilk örneğini verdi. 1950’lerde yerleştiği Meksika’da da film yapımcılığını sürdürdü ve Meksika sinemasını etkiledi. Madrid’deki Sinema Araştırmaları ve Deneyleri Enstitüsü’nü bitiren Carlos Saura Av (La caza; 1966) ve Kanlı Düğün (Bodas de Sangre; 1981) gibi filmleriyle dikkati çekti.

    Yunanlı yönetmen Theo Angelopulos, Kumpanya (1975), Avcılar (1977), Kitera’ya Yolculuk (1984), Arıcı (1986) ve Puslu Manzaralarda şiirsel bir anlatımla Yunan tarihini ve savaş yıllarını irdeledi. Angelopulos bu filmlerde insan ilişkilerini olağanüstü bir duyarlılıkla işlemeyi başardı.

    İsveç, Devletçe desteklenen İsveç sineması güçlü değilse de II. Dünya Savaşı'ndan sonra yaratıcı yönetmen Ingmar Bergman'ın yapıtlarıyla dünya çapında adını duyurdu.

    Hindistan. Bu ülke dünyanın en çok film çeken sinema sanayisine sahip olmakla birlikte, filmler genellikle kendi izleyicisine yönelik olduğundan uluslararası düzeyde varlık gösterememiştir. Sinema sanayisinin devlet desteğiyle yürütüldüğü Hindistan’da 16 değişik dilde olmak üzere yılda toplam 700 film çekilir. Hindistan’da televizyon yaygın olmadığından sinema başlıca eğlence aracıdır. Köylerde açık havada film gösterisi yapan gezgin sinemacılar oldukça yaygındır.

    Hint sinemasının uluslararası düzeyde adından söz ettiren ünlü yönetmeni Satyacit Ray, filmlerinde köylülerin günlük yaşamını sevecen ve mizah dolu bir yaklaşımla görüntüler. En çok tanınan filmlerinden Pather Pançali (1955) öksüz bir çocuk ile annesinin öyküsüdür.

    Japonya. Japon sineması II. Dünya Savaşı sonrasında büyük bir canlanma dönemine girdi ve önemli yönetmenler yetişti. 1950’lerde Akira Kurosava Raşomon (1950), Yedi Samuray (Şiçinin no samurai; 1954), İngiliz yazar Shakespeare’in Macbeth adlı oyunundan uyarladığı Kanlı Taht (Kumonosu-co; 1957) adlı filmleriyle uluslararası düzeyde ün kazandı. 1960’lardan sonra da başarısını sürdüren Japon sineması 1980’lerde televizyonun rekabeti karşısında durakladı. O dönemde şiddet filmleri yaygınlık kazandı. Yaratıcı yönetmenlerin çoğu ülke dışında olanaklar aramaya başladılar. Bugün Japonya dünyanın en çok film üreten ülkelerinden biri olmakla birlikte, yapımların çoğu televizyon filmidir.

    Güney Amerika ve Afrika. 1960’larda ulusal motiflerden yararlanılarak, halkları sömürüye ve baskıya karşı bilinçlendirmeye yönelik, şiirsel başkaldırı filmleri yapıldı. Dansı ve müziği, ülkesinde cunta yönetimi sırasında çekilen acıları dile getirmekte kullanan Arjantinli yönetmen Fernando Ezequiel Solanas’ın Tangolar (Tangos, el exilio de Gardel; 1985) ve Güney (Sur; 1988) adlı filmleri buna örnektir.

Sinema Türleri

Bir sanat dalı olan sinema konulu, belgesel, deneysel ve canlandırma olmak üzere dört bölüme ayrılabilir. Konulu filmler de ayrıca konularının içeriğine göre tarihsel, müzikal, komedi, korku, polisiye, gangster, western, bilimkurgu gibi türlere ayrılır.

    Belgesel filmler olayların ve nesnelerin gerçekte olduğu gibi gösterilmesine dayanır. 20. yüzyılın en önemli belgesel film yönetmenlerinden Hollandalı Joris Ivens, İspanyol Toprağı (The Spanish Earth; 1937) ve Dört Yüz Milyon (The Four Hundred Million; 1939) gibi belgesel filmlerle İspanya İç Savaşı ile Çin-Japon Savaşı’na tanıklık etti. Bir Rüzgâr Öyküsü (A Tale of the Wind; 1989), kamerasıyla birlikte her zaman olayların içinde olan bu yürekli sanatçının ölmeden önceki son filmidir.

    Fransız yönetmen Claude Lanzmann’ın 9,5 saat süren belgesel yapıtı Shoah (1986), II. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarındaki Yahudi kıyımını anlatır.

    Ünlü sualtı araştırmacısı Jacques-Yves Cousteau'nun sualtını konu alan belgesel filmleri, izleyicilerin deniz canlılarının suların kirlenmesi nedeniyle yok olması gibi konulara ilgi duymasını sağlarken, onları bambaşka bir dünyayla da tanıştırır.

    Deneysel sinema teknik ve estetik sınırlarını zorlar, yeni anlatım biçimlerini dener. Canlandırma sinemasında ise çizili desenler ya da cansız maketler hareketlendirilerek perdeye yansıtılır.

Film Nasıl Çekilir

1920-50 arasında ABD’de ve Avrupa’da film çekiminin tüm denetimi stüdyoların elindeydi. Sonraki yıllarda sinema sanayisi geliştikçe kendi başına çalışan çok sayıda bağımsız film şirketi kuruldu. Stüdyolar ise yalnızca filmin maliyeti ve dağıtımı gibi işlerle ilgilenmeye başladı. Bir film önce bir tasarıdır. Bu daha sonra senaryoya dönüşür. Senaryo, oyuncular ve çekim ekibiyle birlikte bir “paket” oluşturur. Film çekimi oldukça güç ve karmaşık bir süreçtir. Az sayıda oyuncuyla birkaç değişik mekânda çekilen filmler olduğu gibi, yüzlerce oyuncu ve birbirinden değişik çok sayıda mekân
gerektiren filmler de vardır. Filmin öyküsünü (senaryo) yazan kişiye senarist ya da senaryo yazarı denir. Senarist, yönetmen başta olmak üzere film ekibiyle konuşup tartışarak bir öykü yazar. Öykü senaristin seçtiği sahnelerde, belirli bir olay örgüsü içinde gelişir. Diyaloglar olayların geçtiği yere ve zamana, kişilerin karakterlerine uygun olarak yazılır. Yapımcı (prodüktör) oyuncuları, yönetmeni
ve çekim ekibini seçen, filmin maliyetini üstlenen kişidir. ABD gibi sinema sanayisinin çok gelişmiş olduğu ülkelerde sorumlu yapımcı (executive producer) aynı stüdyoda çekilen birkaç filmi ve yapımcıyı denetler.

    Film çekiminde aynı mekânda geçen sahneler bir arada çekilir. Çekim sırasının belirlenmesinden, çekim gereçlerinin sağlanmasına kadar hemen her türlü düzenleme yapım amirinin görevidir. Yönetmen filmi ortaya koyan, bir anlamda yaratan kişidir. Çekim ekibi ve oyuncular bütünüyle onun denetimindedir. Çekimi yardımcılarıyla birlikte gerçekleştirir. Her sahnenin nasıl çekileceğine, birden çok çekilen sahneden en uygun olanının seçimine, oyuncuların nasıl oynaması gerektiğine yönetmen karar verir.

    Filmlerdeki görsel efektler görüntü yönetmeni, kameraman ve yardımcıları tarafından sağlanır. Film ekibinde yer alan öteki görevliler ışık teknisyeni ve yardımcıları, dekorların tasarımını hazırlayan sanat yönetmeni, dekorları kuran sahne tasarımcısı, teknisyenler, marangozlar, giysileri hazırlayan kostümcü ve makyaj uzmanıdır.

    Sahnelerin çekimi bittikten sonra laboratuvarda filmin üzerinde çalışmalar başlar. Özel görüntü efektleri elde etmek için ayrı ayrı çekilen filmler özel yöntemlerle birleştirilir. Sözgelimi bir canavarla çarpışmakta olan birinin görüntüsü aslında ayrı ayrı çekilmiş sahnelerin üst üste kaydedilmesiyle elde edilir. Bu işlemler günümüzde elektronik aygıtlarla yapılmaktadır. Örneğin Yıldız Savaşları filmindeki uzay savaşları sahnesi, tek tek çekilmiş 20 değişik görüntünün birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.

    Sinemada genellikle 35 milimetrelik film kullanılır. Ben Hur (1959) ve E. T. (1982) gibi büyük perdeye yansıtılan sinemaskop filmler 70 milimetreliktir. Belgesel ve amatör filmler 16 ya da 8 milimetrelik filmle çekilir. Filmin ölçüsü yansıtılacağı perdenin boyutlarına göre saptanır.

    1980’lerin başlarında film çekimlerinde videolar kullanılmaya başlandı. Filmin laboratuvardan dönmesini beklemeden, bir sahnenin çekiminden hemen sonra sonucu görmeyi sağlayan bu yöntem film çekimlerine büyük bir hız ve kolaylık kazandırdı. Sözgelimi ABD’li yönetmen Francis Ford Coppola’nın Yürekten Biri (One From the Heart; 1982) filminde, stüdyoda kurulan kent görüntüsü ve renkler videoların yardımıyla anında belirlenebilmişti.

    Çekimden sonra görüntülerin kaydedildiği film şeridi çeşitli işlemlerden geçer. Sahneler öyküdeki olaylara göre sırayla çekilmediğinden, görüntüler film şeridinin üzerine karışık biçimde kaydedilmiştir. Kurgucu, “iş kopyası” denilen film şeridini sahne sırasıyla kurgulayarak birleştirir. Bu işlem sırasında hoşa gitmeyen sahneler ayıklanarak yeniden çekilir. Filmdeki konuşmalar çekim sırasında canlı olarak ya da çekimden sonra seslendirme (dublaj) aşamasında kaydedilir. Müzik, gök gürültüsü ve ayak sesleri gibi efektler de sonradan eklenir. Ses kayıt işlemi ses teknisyenlerince ayrı bir ses bandının üzerine yapılır. Kurgucu ayrı bantlarla çalışır: Üzerinde görüntülerin yer aldığı görüntü bandı ve seslerin kaydedildiği magnetik ses bandı vardır. Görüntü ve ses bantları arasında eşleme (senkronizasyon) yapıldıktan sonra, eşlenmiş seslerin tümü “ses kuşağı” denilen tek bir banda aktarılır.
Ardından görüntü bandı ses kuşağıyla birlikte perdeye yansıtılan son kopyada birleştirilir. Son kopya, optik ses bandı ve pozitif film şeridinden oluşur. Ses titreşimleri film şeridinin üzerinde, görüntü karesi ile film delikleri arasına yerleştirilen, 2,5 mm eninde bir ses yoluna (optik ses kuşağı) kaydedilir. Gösterim sırasında ses yoluna düşen değişken ışık elektrik akımına dönüştürülerek sisteme bağlı yükselteçlere ve hoparlörlere aktarılır. Böylece izleyici görüntü ile sesi aynı anda algılar.

Film Şenlikleri ve Ödüller

Her yıl dünyanın birçok ülkesinde ulusal ya da uluslararası nitelikte film şenlikleri düzenlenmekte, başarılı bulunan filmlere, yönetmen ve oyunculara ödüller verilmektedir. Şenlikler sinema sanatıyla ilgili herkese ve her kuruluşa yeni gelişmeleri tanıma, görüş alışverişi ve tartışma ortamı sağlama açısından son derece önemli etkinliklerdir.

    Bugün yapılmakta olan yüzlerce film şenliği içinde en çok tanınmış olanları Venedik Film Şenliği (İtalya), Cannes Film Şenliği (Fransa), Berlin Film Şenliği (Almanya), Moskova Film Şenliği (SSCB) ve Amerikan Sanat Filmleri Şenliği’dir (Woodstock, New York, ABD). Türkiye’de ise, ilk kez 1984’te düzenlenen Uluslararası İstanbul Sinema Günleri 1989’da Uluslararası İstanbul Film Festivali
adını almıştır.

    Günümüzde en çok tanınan sinema ödülü, ABD’de her yıl Sinema Sanat ve Bilimleri Akademisi’nin verdiği “Oskar” adlı küçük bir heykelcikle simgelenen Akademi Ödülü’dür. Bu maddede Akademi Ödülü’nün ilk verilmeye başlandığı yıldan günümüze kadar verilen ödüllerin listesi de yer almaktadır.

Sinema Resimleri